İdeoloji kavramı; düşünbilimsel, toplumsal ya da siyasal bir öğreti oluşturan, ülkü olarak da benimsenebilen, kişi ve kurumların davranışlarına yön veren düşünceler bütünü olarak tanımlanmaktadır.(1)
Ancak gelinen noktada bugünün ölçü ve ölçeğinde siyasi parametreler, aforizmalar ve pratikler geleneksel yapıyı ve tutumları değişime zorlamaktadır ve önümüze ciddi bir tartışma başlığı koymaktadır: İdeolojisiz siyaset olur mu?
Yeni yüzyılın biçimlendirilmesinde “ideoloji” yön verici, değiştirici, dönüştürücü ya da statusquo’yu koruyucu roller üstlenen bilinen geçmişleriyle yaşamaya, yaşatılmaya devam edecek mi? Siyaset kurumlarının ve genel manada örgütsel dinamizmin oluşturulmasında eskiden bugünlere taşınan ideolojiler hala yetkinliğini ve etkinliği koruyor mu? yoksa internet çağının ve evrensel kodlama dilinin altında birer anıya dönüşmek zorunda mıdır?
Bu tartışmalara; siyaset ve ideolojiyi ayrı tutmayı reddeden ve ideolojilerin dünyayı betimlemedeki üstün rolünü koruduğunu savunan bir grup teorisyen savaşların ve çatışmaların devam ettiği hakikatinden hareketle şiddetle karşı çıkmaktadır. Hakim yaklaşımda; siyasetin herhangi bir düşünsel bütünlük taşımadan, bir öğreti ve hedef içermeden icra edilemeyeceği anlayışı tüm vurgusuyla ileri sürülmekte ve zihinsel bir çerçeve olarak ideolojinin siyasi örgütlere, partilere ve hatta onları çevreleyen baskı ve çıkar gruplarına kadar sistematize edilmiş bir düşünce motivasyonu sağladığı yönündeki geleneksel paradigmalara doğrultulan eleştirileri ya da “ideolojisiz dünya” umudu taşıyan çağdaş mitleri baskılamaktadır.
Bununla birlikte; Marks’ın tanımladığı sınıfların olmadığı, altyapı ve üst kurumlar arasındaki ilişki düzeneğinin tariflerinin yapılmadığı bir politik evrenin yeterince anlaşılamayacağı da açıktır. Böyle düşünenler için yeni dünya hangi ülke merkezinde kurgulanırsa kurgulansın ideolojiler kendi kendini üretecek ve devamlı bir mücadele alanı olmayı sürdürecektir. Marks’ın “yönetici sınıfı” belki de eskiye nazaran bugün adından daha çok söz ettirmekte ve toplumun sermayesini kullanırken kültürünü de kendinde biriktirmeye gösterdiği eğilim nedeniyle siyasal ortamı her zamankinden fazla manipüle ederek başta çokuluslu şirketler olmak üzere sistemi “kapital dili” üzerinden tasarlamaktadır. Buna karşılık; tartışılan mefhumun açımladığı öngörülerde mevcut iktidar düzenini korumayı, yıkmayı, değiştirmeyi kendine gaye edinen ideolojik tutumlar ve eylemler kişileri kendilerini de aşan anlamlara bağlı ya da bağıntılı kıldığından önemsenmektedir. Kişisel ihtiraslardan ya da kaygılardan beslenen ve izdüşümü bunun üzerine oturan siyasi aktörlerin ya da partilerin herkes için paylaştığı bir “umut” ya da en hafif deyişle “projeleri” olduğu söylemi ancak bu türden düşünsel yüklemeler ile beslenebilmektedir.
1796’da Fransız filozof Destutt de Tracy (1754–1836) “ideoloji” kavramını literatüre kazandırırken toplumu tamamen ve yalnızca sürekli bir değişimler dizisi olarak tanımlamıştı. Bununla birlikte bir toplumun varlık süresinin herhangi bir döneminde en biçimsiz başlangıcından mükemmelliğin en yüksek seviyesinin elde edildiği varsayılabilecek o zamana kadar hiçbir zaman bir şey olmadığını da ileri sürmeyi ihmal etmedi. Tracy’nin anlam setinde değişimin ve değişimdeki sürekliliğin bir toplumu varlık hatlarından ayırmadığı iddiası taşınırken toplum tüm üyeleri için durmaksızın yenilenen, kesintisiz bir avantajlar dizisi olarak kıdemli bir role sahipti.(2) Böyle bir rolün geçerliliğinden söz edeceksek “ideolojisiz bir siyaset” anlayışından bahsetmemiz olanaksızdır. Toplumun değişime, yenilenmeye muhtaç oluşu, dahası bu yenilenmenin ‘irade dışı’ gerçekleşmesi ideolojilerin örgütlenme ve modelleme geliştirmedeki popülaritesinin korunacağını göstermektedir.
Ne var ki; ideolojinin siyasi ve toplumsal yüzeyde yapabileceklerine duyulan beklenti her zaman olumlu olmamış, iki dünya savaşı arasında faşist pratikte sınırlarının ölçüsüzlüğü de diktatörlüklerin eylemleriyle ortaya konmuştu. İdeolojik tutumların mevcut yapıyı korumaya yarayan işlevselliği aşırı uçlara kaydırabilen bir hal almasıyla arzu edilen “düşünsel bütünlük” totaliter rejimler için vazgeçilmez bir dayanak haline gelmişti. “Gerçeğin tek odaklı üretimi ve pazarlanması” savaşların arka planındaki temel örüntünün ortaya çıkarılmasında taşıdığı tehlikeli potansiyel üzerinden ideolojik varyasyonları insanlık tarihine kazıdı. Nitekim; faşizm ve komünizm kendi hakikat yüzeylerini oluştururken bilginin ve kendince doğrunun yaratılmasında bireysel iradeleri ve fikrî idealizmi yerle bir etti. Soğuk Savaş dönemindeki kutuplaşmada,“kendinden başkasını sistemden ihraç eden” yapısıyla hüküm süren ideolojik tutumlar, evrensel bağlamda kötücül bir anlama taşınan ortak geleceğin inşasında ondan yoksun kalmayı hiç önemsemeyecek milyonların da yetişmesini sağladı.
Temel özgürlükleri savunduğu fikrini taşıyan liberallere, kendilerini “ideolojik” bulmayan ancak bir “yaşam şekline sahip” olarak tanımlayan muhafazakarlara ya da her şeyi tek bir zihinle kavramanın olanaksızlığını savunan rasyonellere karşın “ideoloji” olgusu, yeniden örülmek istenen siyasal konjonktürde bitişini ilan etmese de yıprandığını kabul etmek zorunda kaldı. Bu yargıya, Daniel Bell’in İdeolojinin Sonu (1960) kitabında ileri sürdüğü gibi “siyasi fikir stoğunun bitmesi” yol açmış olabilir. Diğer taraftan, tartışılagelen ideolojik yanılgılar ve insanlık adına yaşanan düş kırıklıklarının yarattığı kaygan zeminde farklılaşma özlemini yok saymak da mümkün görünmemektedir.
İdeolojiler; temellendirilmiş, örneklendirilmiş düşünce kalıpları olarak artık toplumlar, ülkeler ya da uluslararası parametreler açısından yetersizliğini ortaya koyarak dünyanın bir tür kaosa çekilmesini sağlamakla itham edilmektedir. Söze konu düşüncede ısrar edenlere göre ideolojik zihinler artık yerini, özgüvenlerini kazanmış bireylerden örülü toplumlarda geliştirilebilecek ve sürdürülebilecek özgürlüğe bırakmalıdır. Bu türden bir koşullanmada mesleki alanlarında uzmanlaşmış tek tek kişiler kendi iradesiyle yönetim sistemini eline alacak kadar inisiyatif kullanma karakterini sergileyebilecek, istedikleri kadar toplum ve gelecek inşasına katkı sağlayabilecek ve yaşadıkları dünyayı her türlü yeniliğe açık dinamik örgütlenmelerle zenginleştirilebilecektir. Üstelik; işaret edilen zenginlik kavramsallaştırması, komünizmin ya da piyasa ekonomisinin çöküşüne alternatif bir gerçekçilik yaratma gayesi taşıyabilecektir. Sağ ve sol keskinliklerin bertaraf edilmesi, insanlığın birlikte üretmeye yönelik potansiyel gücünü çoğaltma ümidini kuvvetlendirecektir. Bununla birlikte; kapitalizmin hemen bütün dünyada yaygın bir kabule ulaşması artık ideolojik tartışmaların sonunu kendiliğinden getirmiş de sayılabilir. Sanayi toplumunun öncelediği ana başlıkların ideolojik travmalardan “para ve döviz” temalarını kaçırmaya ve ilgiyi daha sürdürülebilir bir girişimciliğe yöneltmiş olması muhtemeldir.
Üretim ve tüketim dengesinde gözetilenler; her geçen gün siyasetin hammaddesi olan düşüncelerin çarpıştığı sert cepheler oluşturmak yerine fikirlerin ayrıştığı sınırları silikleştirerek emek, istihdam kapasitesi, internet devrimi, sosyal ağlar ve dijital pazarlamalar gibi yeni çağa özgün daha reel veriler üzerinde tutumları ve yaklaşımları konuşlandırmaya açık hale gelmektedir. Politik oluşumlarda beklentilerin özellikle bu eksene kayması da eski usul kanaatlerin anlamını önemsizleştirerek bir “ürün” haline gelen siyaset planlaması ile vereceği oy üzerinden “tüketici” konumunda değerlendirilen seçmen birlikteliğine yapıcı bir yaklaşım sergilenmesini zorunlu hale getirmektedir. Demokrasinin, kendi varlığını yükseltecek öğeler halinde gördüğü vatandaşların düşünsel bir tavır almalarında mevcut sertlik ya da ayrışma dokusu ortamdan yalıtılarak toplumun her kesimiyle beraberlik arzusugüdülerek seçimlere gidilmesi mecburiyeti ağırlık kazanmaktadır.
Tartışmanın argümanları değerlendirildiğinde; bundan böyle siyasetin bilimsel metotlarla kaynaştırılarak işleyişinin sağlanması, topluma ve en genel bağlamda ülkeler toplamını aşan evrensel diyalog çabasında düşünceleri ve onları taşıyan insanları nefretle ve öfkeyle birbirinden ayıran ideolojiler yerine hoşgörülü ve koşulsuz siyasetin benimsenmesi kaçınılmazdır. Yeni dünya için eski söylemlerle hareket ederek “gelecek” fikirlerinde çığır açmanın olasılıklı olmadığını kabule yanaşmayan ve insanlığa ideolojiler üstü en az bir kere bakma şansı yaratmayan düşünsel oluşum ve politik yaklaşımlar, “vatandaş” niteliğinden öte bir içerikle özümsenmesi gereken bireylerin nezdinde karşılık bulamayacaktır. Katı fikrî taassubun her türlü yobazlığı yaratabileceği hakikatinden hareketle düşüncelerin uçlarının açık bırakılması ve kişilerin her bakımdan özgürlüğünün daha da vurgulanması politik açmazlara da çözümcü bir perspektifle yanıt bulunabilmesi anlamını taşıyacaktır.
Öte yandan; savaşlar, doğal afetler gibi zaruri nedenlerle giderek büyüyen göçmen hareketleri, mülteci statüsü elde etme konusunda yasal varyantların karşısında faşizmin, aşırı milliyetçiliğin ve kökten dinciliğin tekrar yükselme potansiyeline sahip olduğu aşikârdır. Buna rağmen; klasik dünyanın gelenekselleşmiş ve içselleştirilmiş dar kalıplarını yıkarak, bunun yerine evrensel insani değerlerin, doğa ve yaşam sevgisinin önceleneceği yeni bir dünya hayali kuranlar ve onu gerçekleştirmek için emek vermeye hazır olanlar ideolojisizliğe gösterdikleri ilgiyi her geçen gün derinleştirecektir.
Yani kendiliğinden ya da değil “apolitik” bir dünya aralanmıştır. Siyaset insan ve doğa temasında gelişecek; küresel ısınma, toprak ve su kırımı bunu zorunlu hale getirecektir. Bir başka deyişle; ideolojik olarak beslenen argümanların, ekonomi hariç tutulursa, onu varlayan tüm öğeleri değişecektir. Örneğin; “ırk” temelli taassup yerine “yeşil ve çevre” odaklı küresel ilkeler odaklı, “dinî kavrayış” yerine dışlayıcı dili olmayan “filozofik derinlik” taşıyan yeni yaklaşımlar ve çağdaş ideolojiler geleceği bir gereklilik olarak şekillendirecektir.
Dr. Çiğdem Bayraktar Ör
Notlar:
(1) TDK, “İdeoloji”.
(2) Tracy, D. A Treatise on PoliticalEconomy (ed.) Thomas Jefferson. New York. Augustus
M. Kelley. (1970)
(3) Bell, D. TheEnd of Ideology. Glencoe, IL; FreePress. (1960)