Güven duyulmayan toplumun yaratılması ve sonuçları

Kente yeni göçen ve kentlileşme sürecinde geride kalan bireyler, içinde bulundukları topluma uyum gösteremedikleri, kent koşulları ile çelişkiye düştükleri nokta zor durumda kalır, mahcup olur, kullanılır, aç kalırlar ve kendilerinin birey olarak her bakımdan hayatta kalma, varolma süreçlerinde kontrolü yitirmiş hissederler.

Bu insanlardan, Sisteme itiraz eden ama eğitimsiz ve hormonlu benlikleri ile abartılmış bir özgüven geliştirenler zamanla despotlara dönüştüler. Bir kısım da Sisteme olan sadakatlerini kötülük ve kurnazlıkta ustalaşarak kanıtlama yoluna girerek, ekonomik ve sosyal katmanları yukarıya doğru tırmanma imkânı buldular.

Ryan Holiday’ın Düşman Ego’dur (2016) adlı kitabında anlattığı gibi, insanların benlikleri (egoları), esas itibarı ile düşünebildiğimiz her çeşit yaşanan sorunun ve engelin kökündedir.  Ancak insanlar bu sıkıntı ve sorunlarını hep başkalarının kabahati olduğunu, dış etkenlerden kaynaklandığını düşünürler, çünkü benlikler bizim gerçek dünya ile bağlantımızı keser. Kendi gerçekleri ile bağlantıyı kuramayanlar ise başkalarının gerçekleri veya ihtiyaçları ile bağlantıyı hiç kuramazlar.

Ego bize ne duymak istediğimizi dikte eder.  Benliğimizi, yaşamımızın kimliklerimizin şekil bulduğu erken evrelerinde; hayallerimizde alçak gönüllü, başarıda başkalarına saygılı ve başarısızlıkta ise dayanıklı olmamız yönünde benliğimizi otomatik bir disipline, ahlaka, vicdana bağlamız gerekir.  Bu gelişim süreci ise ancak disiplinli bir eğitim ile mümkündür.  Holiday’in de anılan kitabında anlattığı gibi eğitimin en önemli ögelerinden birisi benliğin disiplin altına alınmasıdır ki, bu insan psikolojisi ve davranış biçimi ile doğrudan ilişkilidir.

Bu ilişki, kente yeni göçenler açısından çok daha anlamlı ve derin sonuçlar yaratan bir zeminde düşünülmelidir. Demografik hareketliliğin yoğun ve sürekli olduğu hallerde, kişiler ve mikro-sosyal yapılar arasındaki benlik çatışmalarının karşılıklı olarak ve toplum genelinde etkileri çok daha maliyetli ve kalıcı etkiler bırakmaktadır.  Bu olumsuz etkilerin asgariye indirilmesi ve bireyi koruyan ve kollayan süreçlerde yürütülmesi ancak kural-temelli, hukukun üstünlüğüne dayalı yönetim modelleri geliştirilerek mümkündür.

Toplum yaşamının hukuki temellerinin, anayasalar ile belirlenmiş “oyun kurallarının,” hukukun dışında yöntemler veya çeşitli teknik müdahalelerle hakimiyet altına alınmasının bu süreç üzerinde çok olumsuz ve yıkıcı etkileri olacaktır.  Hele anayasal düzen askıya alınır, kural-temelli yapılar işlevsiz bırakılır, kurumlar, kurallar ve ilgili süreçler yok edilirse,  böyle bir ortamda o toplumdaki tüm ekonomik, kültürel, ticari, zihinsel alanlarda  üretim süreçleri sekteye uğrayacak ve küçülecektir.

Sonuç olarak, insanlar özgür tercihlerde bulanamayacaklar ve ortamın doğurduğu kırılganlıklar yaşamın dinamiklerini köreltecek, yeni üretimler için özendirici koşullar zayıflayacaktır.  Daron Acemoğlu’nun Ulusların Düşüşü (2012) adlı kitabında çok geniş olarak incelendiği gibi, özgürlüğün ve küresel anlamda üretimin canlı tutulması için toplumun belli yapısal özelliklere sahip kurumlara sahip olması ve bu kurumlar üzerinden yaşama geçirilmiş olan kuralların, kurumların ve süreçlerin net olarak tarif edilmiş olmalarına ve uygulanmalarına ihtiyacı vardır.  Özgürlükler, yine Acemoğlu ve Robinson’un Dar Koridor (2019) isimli kitaplarında ele aldıkları gibi, siyasete katılanların, gerektiğinde mevcut uygulamaları protesto eden veya alternatif uygulamaları ortaya koyan, bu süreçlerde de karar vericileri seçim gibi demokratik yollarla kolayca  değiştirilebilen geçişkenliklerin yüksek olduğu toplumlarda var olabilir.

Öte yandan eğitimin gerektirdiği disiplinden uzak olarak yetiştirilmiş kitlelerin, lider olarak yanlış insanı veya sistemi seçmeleri olasıdır.  Olası böyle bir durumun yanlışları yoğun belirsizlik ve güvensizlik ortamını besler ve insanlar potansiyel şiddetle birlikte var olmağa zorlandıklarında, serbest ekonomi düzeninde ihtiyaç duyulan finansman  ve insani sermaye, beyin gücü kendine farklı yaşam alanları arayışına girer.

Bu döngü toplumların fakirleşmesine, kurumların zayıflamalarına ve oluşan “güven boşluğunda” despotluk eğilimlerinin yükselmesine neden olacaktır.  Aynı bağlamda fiziki despotluğun görece yaygın olmaması da bir şey ifade etmez; zihinsel ve potansiyel despotluk dile getirilip korku atmosferi yaratılıyor ve bariz hukuki haksızlıklar yaşanabiliyorsa, bu güven duyulmayan bir toplumu yaratmak için yeterli olacaktır.

Güven duyulmayan toplum durumu ise,  ekonominin gelişmenin, verimliliğin en büyük düşmanıdır. Güven (kurum, kural, süreçler üçlüsüne dayalı bir toplum düzeni) olmaması durumunda parasal kaynaklar da el değiştirmez, üretim yavaşlar (Acemoğlu, 2012). Bütün bunlar gün gibi ortada iken, hala aynı yöntemlerde ısrarcı olmak benliklerimizi kontrol edemediğimiz manasına gelecektir.  Yakın tarihe baktığımızda, sınırlı derecede eğitim almış olan Hitler, benliğine yenik düşerken, aynı tarih kesitinde ciddi bir eğitim ile yetişmiş olan Mustafa Kemal kendini toplum önünde çok daha farklı ve geleceği yakalayan bir noktada konumlandırmış, benliği ile barışık üstün nitelikli bir kişilik olarak tarihte yerini almıştır.

Almanya birliğini kuran Bismarck da, elindeki iktidar gücü ile duracağı yeri bilmiş, fakat Prusya Kralı ve Almanya İmparatoru, II Wilhelm egosuna yenik düşerek duracağı yeri bilmediği için Almanya elinden kayıp giderken, Hitler’in iktidara gelişini seyretmek durumunda kalmıştır.  Öte yandan İngiltere Krallığı 18. yüzyıldan itibaren farklı inançlara ve fikirlere belli özgürlükleri tanımış; kurum, kural ve süreçlere büyük ölçüde bağlı kalarak, farklı inanç toplulukları ile ticaretini güvenceye alan emperyal bir sistem kurarak sanayi devrimi gerçekleştirmiş, belki de bu sayede 2. dünya savaşı yaşamış olmasına karşın uzun süre küresel güç özelliklerini sürdürebilmiştir.

Bireysel benliklerin (egoların), bireysel güven, toplumsal güven ve insanların özgürlükleri üzerindeki etkisini hakkı ile anlamak gerekiyor.  Tarih bu konuda bizlere önemli dersler sunuyor.  Bu yaşanmışlıkların göz ardı edilmesi tarihin yeniden ve tüm olumsuzları ile yaşanması olacaktır.   Bu noktada tarihin tekkerrürden ibaret bir akış olmadığını göstermenin bizlerin ellerinde olduğunu unutmamak gerekir.

Mehmet Kazancıoğlu

1 Comment

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir