Toplumcu Düşünce, büyük bir salgının en sessiz ama tedirgin günlerinde, tam da insanların umudunu yitirmek üzere oldukları bir belirsizlik ortamında hepimize yeni bir nefes olarak yayın hayatına başladı ve ilk bir aylık dönemini geride bıraktı.
Oysa nicedir, fiziksel bir dergi ve düşünce platformu, politik bir çağrısı ve vaadi olan bir dergi adına hazırlıklarımızı sürdürüyorduk. Fiziksel bir dergi olarak her türlü detayı üzerine çalışmalar bitmiş, yazılar enikonu toplanmıştı. Ancak salgın günleriyle başlayan, COVİD tehdidin ulusal ve uluslararası anlamda beklenmedik büyüklüğe ulaşması ardından gelen kapanmalar, bu daralmayı izleyen karantina günleri ile artan, işsizlik ve yoksulluk tehdidi, ekonominin bütün çarklarının durması, sosyal hayatın felce uğramasıyla bütün dünyada olduğu gibi bizi etkiledi ve planlarımızı gözden geçirmemize neden oldu.
Geleceğimize bugün hala siyasetin dönüştürücü doğasını kaybettiği bir dünyadan bakıyoruz. Bir farkla… Bu salgın olgusu insanlık için bambaşka bir geleceğin kapılarını açtı; salgın sonrası dönemde bireylerdeki, aile ve işliklerdeki, toplumsal ilişkilerdeki, ekonomideki, ulusal ve uluslararası etkileşimlerdeki değişimlerin, bir toplumsal bütünlenme üzerinde, henüz tam da kestiremediğimiz yeni sonuçlar çıkaracağını görüyoruz. Bu yeni dünyanın dönüştürücü olmayan bir siyasete izin de vermeyeceği, kapısından içeride sokmayacağı çok açık, burası kesin.
Dönüştürücü Siyasetten; uzmanların kamuoyu PR’larından, teknik açıklamaların karmaşık doğasından, suya sabuna dokunmayan klişe sözlerden ibaret olmayan neoliberal kapitalizmin getirdiği sağ popülist kapanmacılığın ve baskıcılığın yarattığı, sürekli gerginlik üreten bir dünyada , eşitsizlikleri, adaletsizlikleri, hakkaniyetsizlikleri ortadan kaldırmak adına, kaynakların doğru, adil kullanımını garanti edebilen bir açık sözlülük ve bunun hakikate dokunan çağrısını, vaadini, programını anlıyoruz…
Toplumcu Düşünce’nin de bu yeni anlayışın hayata geçirilmesinin hazırlığına girişilen bir büyük çalışmanın platformu olacağını hedefliyoruz.
Buna hazırlanmak ve bunu uygulamaya geçirmek gerekiyor, sahici bilgi, sahici analiz uygulamaya geçmek zorundadır. Sadece okunup bir kenar süsü gibi duracak, bir pinekleme ve patinaj dönemi artık çok gerilerde kaldı. Buna ayak uyduramayan hiçbir düşünce sisteminin hiçbir siyasal faaliyetin anlamı da kalmadı, yaşama şansı da kalmadı.
Bu ilk yayın ayımızı geride bırakırken ve Mayıs ayında yeni yazılar gelirken bir önceki sayıda nerede kaldığımızı bir işaretleyeyim istiyorum. Yola ilk çıktığımız yeri hatırlamak ileri de bize bir işaret noktası olacaktır.
Geçtiğimiz sayıda;
Mustafa Murat Kubilay, yaşadığımız siyasi ve ekonomik kırılganlığa, derinden ve önerilerle dolu baktığı,” Geleceksizlik”, yazısında şöyle diyor;
“…Zor olansa durumu anlamak, mesela ne demek geleceksizlik? İşiniz yok geleceksizsiniz, işiniz var ama güvencesi yok gene geleceksizsiniz. İşiniz var ve fena da kazanmıyorsunuz ama iş biraz tehlikeli yani ya fiziki ya da ruhsal risk ve yük fazla; yine geleceksizsiniz. Bunların hepsi var ama bunu elde etmek için yıllarca özel okullara para ödemiş ancak başa baş noktasına gelmişsiniz; yine geleceksizsiniz. Uzatmayalım, servet yoksa her daim geleceksizsiniz; çünkü bu çağda sizi koruyacak ne aile ne dost ne de sosyal devlet kaldı.
İşte yayın hayatına yeni başlayan bu dergi ve onun bir yazarı olarak bana düşen ilk vazife bu yukarıda belirtilmiş çok sayıda öznel önermeyi verilere dökmek. Ardından hakikatin inkâr edilemeyecek düzeyde aşikâr olduğunda dayanışmayı telkin etmek. En nihayetindeyse içinde bulunulan kültürel radyasyona karşı toplumcu hegemonyayı kuracak çözüm önerileriyle gelmek…”
Siyasal pratiğin son derece değerli aktörleri de bizlerle oluyor, olacak. Avcılar Belediye Başkanı Turan Hançerli, “Bir” Olmak, adlı son derece net yazısında:
“…Türkiye’nin en önemli ilçelerinden birinin Belediye Başkanı olarak, altını çizerek söylemeliyim ki çalıştığımız her konuda ideal bir düzenin, adil bir uygulamanın, toplumcu çözümlerin yanındayım. Tüm Türkiye’de olduğu gibi Avcılar’da da farklı kültürlerin farklı inançların bir olduğu bir düzenimiz var. Bu durum sokakta da belediye meclisinde de böyle. Çoğu zaman vatandaşlarımızdan gelen talepler birbiriyle zıtlaşabiliyor, sıklıkla aynı mahalleden 20 kişinin talebi birbirini tutmuyor. Ancak konu ortak değerlerle, memleketle ilgili olduğunda bütün o farklı seslerden tek bir ses yükselebiliyor. Bir bakıyorsunuz, çoğu konuda hem fikir olmayan partiler aynı fikirde birleşiyor. İşte bu, bizi Türkiye yapıyor…” diyordu.
Yine, Kadıköy’ün bir dönem önceki Belediye Başkanı Aykurt Nuhoğlu, salgın döneminde sosyal demokrat pencereden bir yerel yönetim deneyimini tartıştığı uyarı ve önerilerle dolu yazısında,
“…Özellikle bu dönemde, Yerel Yönetimler yeni bir kamu yönetimi anlayışının hayata geçirilmesinin öncülüğünü yapabilirler. Tarımdan, evde bakım hizmetlerine kadar üretime dayanan ve kamu hizmetini yaygınlaştıran yeni işkollarının geliştirilmesini destekleyebilirler.
Yerel yönetimlerin en önemli görevlerinden birisi de toplumsal örgütlenmenin sağlanmasına destek olmaktır. Dayanışma ruhunun insanlarda yaratığı enerjinin kazandıracakları, kayıplardan çok daha fazladır. Teknolojinin sağladığı imkânlarla insanları bir araya getirip düşüncelerini alma imkânınız var, hatta dünyadaki en farklı ve yeni düşünceleri takip edip katkı sağlayabilirsiniz…”
diyerek, bugünkü yerel yönetimlere bazı önerilerde bulunuyordu.
Toplumcu düşünce ve toplumcu yapılanmaların en önemi unsurlarından birisi kooperatiflerdir, Bundan sonraki dönemde özellikle yaşamaya aday olduğumuz, gıda krizine karşı kooperatifleri derinliğine irdeleyen, “Kooperatifler Kültürdür,” başlıklı yazısında, Apdullah Aysu,
“…Hükümetler, şirket yanlısı politikalarının gereği olarak, tarım kooperatiflerinin üretimden pazarlamaya çiftçi çıkarına geliştirilmesi gerekirken zincirin halkalarını nasıl kırdıklarını, tarımsal kooperatiflerde yasal değişikliğe giderek şirket karşıtı olmak üzere kurulmuş olan kooperatifleri, şirket gibi çalışmaları/çalıştırılmaları için zorladıklarını, serbest piyasa kooperatifleri’ne dönüştürüldükleri biliniyor, burada ayrıca anlatmayacağım. Evet, hükümetler kooperatifleri serbest piyasa kooperatifleri haline getirerek birer piyasa aktörüne dönüştürdüler.
Bunun adına da “tarım reformu”, “tarımda yeniden yapılanma” diyerek bir güzel süslediler. Üretimden pazarlamaya zincirin halkaları şirketlerin kontrolüne geçecek biçimde ortamı hazırladılar. Meydan tek başına şirketlerin belirleyiciliğine böyle terk edildi. Oysa kooperatiflerin asıl amacı vurguncu kapitalist sektöre/şirketlere karşı bireyleri birleştirerek, ekonomik yönden kendilerini korumalarına imkân ve ortam sağlamaktır…” diyordu.
Din alimi Cemil Kılıç ise geçtiğimiz sayıda, yazdığı son derece önemli yazısında, hep sağ geleneğin içine oturan İslami düşünceyi sol paradigmada değerlendiriyordu: Sol ve İslam üzerine, adlı yazıdaki final cümlelerini burada bir daha aktarmak istiyorum:
“…Türkiye’de ve İslam Dünyasındaki reel sözde İslamî hareketlerin, toplamda İslamcılığın İslam yorumu, gerçekte İslamî referansların tahrifi zemininde yükselen bir sağ ideolojik hareket hüviyetine sahiptir. İslamcılık, İslam’ı egemenlerin oyuncağı haline getirmiş, yoksul ve ezilen Müslümanlar için de dini, yalnızca namaz, oruç gibi ritüellerle çevrelemiş, böylece onu sadaka ve zekat müessesesinin kitlesel zeminini oluşturan bu kitle için mekanik ve soğuk bir dizgeye dönüştürmüştür.
Oysa bilinmelidir ki, İslam yardım edilmiş ve yardım edilmesi gereken yoksulların ve onlara yardım ederek vicdan rahatlatan varsıl egemenlerin dini değildir. İslam yoksulluğu yok etmeyi, sosyal adaleti hâkim kılmayı, özgürlüğü ve dayanışmayı yaygınlaştırmayı, sömürüyü silip atmayı amaçlayan bir dindir. Bu nedenle İslam, çıkış noktasındaki devrimci sol hüviyeti yeniden kazanmalı, Muhammedî yorumla tecdid edilerek güncellenmelidir. Bu mutlaka başarılmalıdır…”
Can Büyükbay, sol popülizm üzerine, ülkemizde pek de bu yönüyle tartışılmayan, alternatif okumalarla yüklü yazısında, Sol popülizme aslında neden çok fazla ihtiyacımız olduğunu tartışıyordu. “Sol popülizm parazitlik sorununu çözebilir mi?” başlıklı yazısında,
“…Sol popülizmin bir diğer önemli yönü, Frankfurt Okulu teorisyenleri ve özellikle Herbert Marcuse açısından merkezi rol oynayan siyasetteki duygulanım ve tutkuların oynadığı merkezi rolü kabul etmesidir. “Tutkular,” bu bağlamda siyasi kimlikleri oluşturan kolektif kimliklerin üzerindeki ortak etkilerden bahsetmek için kullanılmaktadır. Tutku kavramı, herhangi bir sol popülist projenin özünde bir kolektif iradenin inşasında merkezi bir rol oynar. Bu bağlamda, Chantal Mouffe’ye göre demokrasinin geleceği, tutkuları harekete geçirerek ve neoliberal düzene bir karşıtlık içinde agonistik bir tartışmaya yol açarak, siyasete ilgiyi canlandıracak sol bir popülizmin gelişmesine bağlıdır…“ diyordu.
Yine aynı minvalde Melih Şengölge, dünya soluna ve sol populist hareketlerle dair “Eski Sol öldü, yaşasın Yeni Sol” başlıklı, bilgilendirici yazısında, bugün dünyada neoliberal sosa bulaşmamış bir sosyal demokrat ya da demokratik sosyalizm ihtiyacını ve tanımları da şöyle toparlıyordu:
“Bu yeni soldan bahsedecek olursak; adına –Kapitalizm Sonrası kitabıyla ünlü Paul Mason´ın tabiriyle ¨radikal sosyal demokrasi¨, Bernie Sanders ve Jeremy Corbyn’in sözleriyle ¨demokratik sosyalizm¨ ya da Jean-LucMelenchon´un ifadesi ile ¨eko-sosyalizm¨ – ne dersek diyelim sosyal adalet ile ekolojik politikaları birleştiren bu yeni post-keynesyen düşünce sol çevrelerde dikkat çekmeyi başardı. Bu düşüncenin programı ise, finansal kriz sonrası neoliberal politikalara karşı New York Zuccotti Park’ta, Atina Sintagma meydanında, Madrid Puerta Del Sol’da yükselen tepkisel hareketler ile iklim değişikliği eylemlerinin söylemlerinin buluştuğu bir manifestoya dönüşen Green New Deal (Yeşil Yeni Düzen/Anlaşma) oldu.”
Siyasal geçmişi ile uzun yıllardır büyük projelerdeki deneyimini harmanladığı yazısında, Uğur Tuncay Kanal İstanbul hakkında belki de bugüne dek kaleme alınan en detaylı, derinlikli bir araştırma-yazı ile bu sayıda yer alıyordu. Bütün analizin sonunda bizi son derece ilginç bir uyarıyla, bu projenin revize edilmek üzere hazırlık yapıldığını iddia ediyordu.
“Kanal İstanbul inşaat alanı ve çevresindeki tarla, bağ, bahçe, orman vb. gibi araziler birileri tarafından işlenmemiş ham madde misali oldukça ucuza alınmış, alınacak ya da kamulaştırılacaktır. Daha sonra yapılacak imar uygulamalarıyla en az 25 kat bedel artışlarıyla (üst sınır yok) birilerinin cebine girecektir. Bu projenin asıl amacı, en az 2 milyon nüfuslu olarak tasarlanan bir “Şehr-i İstanbul”un kurulmasıdır.” İnşaat ve emlak sektörüne getirilecek hareket ile ekonomide gelinen tıkanıklığı açma çabasıdır. Proje aktörleri olarak, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt ve Çinlilerin davet edilerek, kendilerine kolaylıklar sağlanmasının nedeni de budur.“
Dünyayı her zaman kendi toplumsal vicdan ve sol anlayışıyla derinliğine inceleyen değerli gazeteci-yazar Mustafa Kemal Erdemol, Covid salgınının AB’ye olan etkilerini değerlendirdiği “Corona Salgını AB’yi de parçalar mı?” başlıklı önemli yazısında, , Avrupa’nın şimdi önemsiz gibi görünen bölünmesi sürerse İtalya, Çin ve Rusya’nın kendisine yardımına koştukları an’ı hatırlayacağına işaret ediyor ve İtalya’nın AB’ye yeniden güven duyması ile ilgili olarak, “Avrupa’nın Çin ve Rusya’dan daha fazla ne yaptığına bağlı. Önümüzde AB açısından hayli zorlu bir süreç var” tespitinde bulunuyordu.
Öner Günçavdı, Haluk Levent ve Ayşe Aylin Bayar, özellikle gelir dağılımı ve eşitsizlik üzerine çok hacimli ve değerli çalışmalarıyla tanınan, hocalarımız. Corona günlerinde yapıkları özel araştırmanın sonuçlarını, Toplumcu Düşünce platformunda “Bizi ne bekliyor?” başlığı ile, yayınladılar. Bu yazılarında çok önemli bir noktanın altını çiziyor değerli hocalarımız:
“…Bu durum ülkemize özgü önemli bir yapısal bir problem olup, salgının olası etkilerini değerlendirirken dikkate alınması gereken bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Düşük gelir gruplarındaki ferlerin bazılarının gelir getiren herhangi bir iktisadi faaliyete salgın sonrası katılamaması da kötüleşmenin bir diğer kaynağı olmaya adaydır. Bu bağlamda hanelerdeki kadınların daha önce istihdam edildiği, örneğin yevmiyeli iş imkanlarına artık ulaşamaması bu sebeplerden bir haline gelirken, hanedeki mevcut gelire bağımlı nüfus sayısının da artmasına yol açmaktadır. Düşük gelirli hanelerin gelirleri üzerinde ortaya çıkan negatif şokun yaratabileceği olumsuzlukların giderilmesi için kısa dönemde kamu kaynaklarından gelir transferleri yapılmasının önemi tartışılmaz. Aksi takdirde gelir eşitsizliğinin artan yüküyle Türkiye ekonomisinin salgın sonrası performansı arzulanan seviyelerden uzak olacaktır.”
Mehmet Kazancıoğlu peş peşe yazılarıyla bu ay platforma çok değerli düşünsel ve kavramsal katkılarda bulundu. “Güven Duyulmayan Toplumun Yaratılması ve Sonuçları” başlıklı kritik yazısında, not edilenlere burada kalıcı bir vurgu yapmakta fayda olacaktır,
“…Bireysel benliklerin (egoların), bireysel güven, toplumsal güven ve insanların özgürlükleri üzerindeki etkisini hakkı ile anlamak gerekiyor. Tarih bu konuda bizlere önemli dersler sunuyor. Bu yaşanmışlıkların göz ardı edilmesi tarihin yeniden ve tüm olumsuzları ile yaşanması olacaktır. Bu noktada tarihin tekerrürden ibaret bir akış olmadığını göstermenin bizlerin ellerinde olduğunu unutmamak gerekir.”
Bütün büyük felaketler ile küresel ekolojik tehdidin atbaşı gideceğini ve bunun önümüzdeki dönemin siyasetinde nasıl da kritik bir rol üsleneceğini Anıl Kemal Aktaş’ın yazısıyla bir kere daha gündeme getirmiş olduk,
Yine geçtiğimiz ay platforma özgün bir katkıda bulunan Mehmet Uysal’ın yazısı çok önemliydi, çarpıcıydı; ay içinde büyük ilgi gördü; bu çerçevedeki görüşlerin ve yazıların ileride de devamını bekliyoruz.
Berk Hacıgüzeller ise, piyasa odaklı bir ekonomi yerine, özüne sadık kalınmak sureti ile yeni yeni bir tanıma kavuşturulacak olan “karma ekonomi” modelinin salgın sonrası bir devlet politikası olarak yeniden merkeze oturtulması gerektiğini savlayan yazısıyla geçtiğimiz ay’a değerli katkılarda bulundu; “Virüs Sonrası Türkiye Ekonomisi İçin Çözüm Getirecek Devlet Politikası Nedir?” Bu yazı da yayını takiben büyük ilgi gördü ve ileride gelişceğini beklediğimiz önemli tartışma ve açılımlara ışık yaktı.
Ayrıca Güventürk Kalaslıoğlu, “Belki Covid-19? Belki de?..” ve Edem Topal da “Güneş Çatılarımızı Aydınlatmıyor” yazılarıyla ilk yayın ayında platforma değerli katkılarda bulundular.
Mayıs 2020 döneminde yeni yazı ve yorumlarla bir arada olmak üzere,
Sağlıklı günler dileklerimle,
İskender Özturanlı, Toplumcu Düşünce Genel Yayın Yönetmeni