Neo-Liberalizme Karşı Demokratik Planlama

Önce bir ufuk turu yaparak büyük resmi görelim…

Kapitalist toplum, kuruluşundan itibraren, “rekabetçi kapitalizm” ve “emperyalist kapitalizm” aşamalarından geçerek, 1980’li yıllardan itibaren “küreselleşme” aşamasına geçmiştir. Küreselleşmenin ilk belirtisi, 1960’lı ve 70’li yıllardaki Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) hareketi olmuştur. 20. yüzyıl boyunca verilmiş bağımsızlık mücadeleleri sonucunda, bağımsızlaşarak “ulus” olmuş toplumların, “ulusal bağımsızlık için bağımsız ekonomi” ilkesi temelinde yapılandırdıkları ekonomilerinin, kısıtlayıcı gümrük, dış ticaret ve kambiyo rejimleri nedeniyle, ÇUŞ’lar ile gelen yabancı sermaye tam bir hareket serbestisine sahip değildi. Bunun üzerine, ABD Hazine Bakanlığı, IMF ve Dünya Bankası arasında, “Washington Uzlaşması” adlı bir belge hazırlanarak, bu belgede belirlenen ilkelerin yürürlüğe konulması kararlaştırıldı.

Washington Uzlaşması, kısaca, dış ticaret ve kambiyo rejimlerinin liberalleştirilmesi, sermaye hareketlerinin liberalleştirilmesi ve özelleştirme olmak üzere üç temel ilke üzerine kurulmuştu. Washingon Uzlaşması ilkeleri, gelişmiş kapitalist ülkelerde Reaganizm, Thacherizm adı altında uygulandı. Geri ülkelerde ise ödemeler dengesi krizine girdiklerinde, öteden beri IMF tarafından empoze edilen “istikrar reçeteleri” yerine bu kez “yapısal reform” dayatmaları ile uygulandı. İstikrar reçeteleri, muhatap ülkelerin mevcut ekonomik yapılanmalarında değişiklik öngörmemişken, yapısal reformlar, adı üstünde, muhatap ilkelerin mevcut ekonomik yapılanmalarını kökten değiştirerek, liberalleşmelerini öngörüyordu. Geri ülkelerin yapısal ekonomik dönüşümlerine, IMF, taze para girişine yeşil ışık yakarak, Dünya Bankası da yapısal reformaların uygulanma maliyetlerinin finansmanı için kredi vererek destek oldu.  Böylece küreselleşme sürecinin gelişmesine, 1980’li yıllardan itibaren bir liberalleş(tiril)me dalgası eşlik etmeye başladı. 1990’lı yılların başından itibaren, sosyalist ülkelerin kapitalizme yönelmeleriyle,  liberalleş(tiril)me dalgası bütün dünyaya yayıldı ve yıldan yıla derinleşti. 2000’li yıllara gelindiğinde, dünyanın çok büyük bir bölümünde, ekonomik yapılanmaya liberalizm egemen olmuş, dış ticaret ve kambiyo rejimleri ve sermaye hareketleri liberalleştirilmiş, böylece “üzerinde güneş batmayan piyasalar” oluşmuş, dünya “liberal bir köy” haline gelmişti. 

1990’lı yılların başında sosyalist ülkelerin kapitalizme yönelip, sosyalizmin siyasi pratikten tasfiyesindensonra, liberalizm neredeyse rakipsiz ve seçeneksiz kaldı. Liberalizmin bir demokrasi ve özgürlük ideolojisi olduğu odağında,“tarihin sonu” tezi üzerinden yürütülen yoğun propagandayla, onunen ileri düzen olduğu, zihinlere kazındı adeta. Tarihin sonu tezine göre, liberal “ileri” ülkeler tarihin sonunu yaşarken, “geri” ülkeler tarihin gerisinde yaşıyorlardı. Bu durumda, ileri ülkelerin, geri ülkeleri tarihin sonuna taşımak, bu amaçla oralara “demokrasi götürmek” gibi bir misyonları vardı. 1990’larda Irak’a bu yaklaşımla müdahale edildi, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) bu anlayış temelinde oluşturuldu. Tabii ki “demokrasi götürmek” işin kılıfıydı. Asıl amaç, dünya kapitalist sisteminin öncü siyasi-askeri gücü olan ABD’ye kafa tutan ülkelerin dize getirilerek, liberalizmin önündeki engellerin kaldırılmasıydı. Geri ülkelere demokrasi götürme siyasetinin Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da yol açtığı insanlık trajedisini uzun uzun anlatmaya gerek yok…

Küreselleşme süreci doludizgin ilerlerken, karşıtını da beraberinde getirdi: Yaygın olarak “Küreselleşme Karşıtlığı Hareketi” olarak bilinen “Dünya Sosyal Forumu (DSF)” oluştu. DSF kısa sürede kitleselleşerek, dünya çapında ses getiren bir harekete dönüştü. DSF, kitlesel protesto eylemleri yanında, her ülkeden binlerce entelektüeli bir araya getirerek, “bir başka dünya” üzerine dünya çapında fikri çalışmalar organize etti. Ancak DSF, protestocu, reaksiyoner bir hareket sınırlarını aşarak, belli bir vizyon zemininde  siyaset yapan aksiyoner bir harekete dönüşemedi. Bir sonuç almaksızın sürekli protest konumda  olmanın getirdiği yılgınlık nedeniyle de DSF, sönüp gitti. Daha sonra ortaya çıkan ve umutla karşılanan Wall Street İşgali, Londra İşgali, Gezi ve Arap Baharı da protest niteliklerinden dolayı DSF’nin akıbetine uğrayarak sönüp gittiler.

Türkiye’de erken küreselleşme…

Türkiye küresel liberalleşmenin yörüngesine epeyce erken; “yetmiş sente muhtaç olduğu”  zamanlarda girmiş olup, miladı 24 Ocak 1980’dir. Türkiye’nin liberalleştirilmesi Turgut Özal’ın liderliğinde başlatıldı ve 2001’deki Kemal Derviş “reformlarına” kadar adım adım hayata geçirildi. 2002’de iktidara gelen AKP, liberal düzeni devraldığı gibi sürdürdü ve kalan kamu işletmelerini de “babalar gibi satarak”, özellikle liberalleştirmenin özelleştirme boyutunu tamamladı. Uzunca bir zamana yayılan bu süreç sonucunda, dış ticaret ve kambiyo rejimleri ve sermaye hareketleri liberalleştirilerek ve kamu işletmeleri özelleştirilerek, Türkiye ekonomisi Washington Uzlaması ilkelerine uygun olarak yapılandırıldı.

Liberal küreselleşme ne götürdü?

Dünyanın liberalleştirilmesi sonucunda, “geri ülkelere demokrasi götürme” savaşlarında asker, sivil, kadın, çocuk milyonlarca insan ölmekle kalmadı; açlık, yoksulluk ve sefalet görülmemiş boyutlara ulaştı, gelir dağılımı adaletsizliği derinleşti; klasik deyimle zengin daha zengin, yoksul daha yoksul oldu. Öyle ki 21 Ocak 2020 tarihinde basında yer alan bir habere göre, İngiliz yardım kurumu Oxfam tarafından yayınlanan bir raporda,  dünyanın en zengin 2 bin 153 kişisinin servetinin, 4,6 milyar kişinin toplam servetinden fazla olduğu belirtilmiştir. Liberalleştirilmenin getirdiği yoksullaşmave gelir dağılımı adaletsizliğinin artmasından Türkiye de nasibini almıştır. 14 Kasım 2019 tarihinde basında yer alan; DİSK Genel-İş’in “Türkiye’de Gelir Eşitsizliği ve Yoksulluk Raporu”nda, Türkiye’de 16 milyon kişinin yoksul, 18 milyon kişinin ise yoksulluk sınırında hayatta kalma mücadelesi verdiği belirtilmiştir. 

İşte liberal küreselleşmenin dünyada ve Türkiye’de yol açtığı; insanı tüketen kaos manzarası…

Peki, liberalizm gerçekten rakipsiz ve seçeneksiz midir?

Önce, 2016 yılı başında, AnaFikir Grubu olarak organize ettiğimiz “Geçmişten Günümüze Planlama” konulu konferansta aldığım notlarımı paylaşmak istiyorum.

“16 Ocak 2016 Cumartesi günü, Ankara’da yapılan, ‘Geçmişten Günümüze Planlama’ konulu; Bilsay Kuruç hoca’nın verdiği konferansa katıldım. Bilsay hoca, Türkiye’de ‘planlama’ denince ilk akla gelen isimlerdendir. Gerek Hoca’nın konuya hâkimiyeti nedeniyle ‘az zamanda çok şey’ anlatması, gerek katılımcı sayısı ve niteliği, gerekse soru-cevaplarla katılımın canlılığı bakımından, güzel bir çalışma olduğunu düşünüyorum.

Hoca’nın konuşmasından epeyce notlar aldım. Bazıları satırbaşlarıyla şöyle:

-Planlama Aydınlanma’ya dayanır. İnsan aklının ürünüdür, aklın özgürleşmesidir. ‘Ben (biz) yapabiliri(m)z’ demektir, bir mücadele demektir. 20. yüzyıl bunu göstermiştir.

-Planlama, ufkun ötesini görerek, manzarayı değiştirme; yapılamayacak gibi görünenlerin tasarlanıp, yapılmasıdır.

-19. yüzyıldaki Sanayi Devrimi, planlamayı tetikledi. Büyük malzeme ve emek hareketi, planlamayı gerektirdi.

-Sovyetler Birliği ‘Kapitalist dünyadan 100 yıl gerideyiz. Bu açığı 10 yılda kapatmalıyız’ düşüncesiyle, planlamaya yöneldi.

– Lenin’e, plan fikrini öneren kişi, Alman bir politikacı ve iş adamı olan Walter Rothenau’dur. (Rothenau, Yahudi olması ve SSCB’yle dostça ilişkiler kurması nedeniyle, aşırı sağcıların hedefi durumuna gelen ve işe giderken milliyetçi fanatikler tarafından 1922’de öldürülmüştür. Kaynak: Vikipedi).

-SSCB’yi planlamaya yönelten şey; ‘kaynaklar sınırlı ise öncelikler olmalı’ tespitiydi.

-SSCB’de, Leontiev; plancılıkta temel çalışma olan ‘İnput-Output Tablosu ve Analizi’ni geliştirdi.

-Ülke ekonomilerinin ileri gitmesi için, “İnput-Output (Girdi-Çıktı)Tablosu”nun çıkarılması lazımdır. Türkiye’de uzun yıllardır “İnput-Output Tablosu” yapılmamaktadır.

-Sadece malzeme planlaması yapılmamalı, insan (eğitim, sağlık ve kültür) planlaması da yapılmalıdır.

-Türkiye’de planlama faaliyeti 1930’da başlamış, 1933’te ilk sanayi planı uygulamaya konulmuştur. Buna müteakip uygulamaya konulan İkinci planın yürütülüp tamamlanmasını, 2. Dünya Savaşı koşulları engellemiştir. 1950’lerin sonlarına kadar plancılığa tekrar dönülmemiştir.

-2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da plancılık fikri ortaya çıkmıştır. Bunun öncülüğünü, AB fikrinin de babası olan Fransız siyasetçi J. Monet yapmıştır. Fransa’nın planları ‘Sovyetik’ idi. 1950’ler ve 1960’larda Fransa’da plan uygulaması tavsamıştır.

-1950’lerde, bu kez kapitalist dünyada, ‘az gelişmiş ülkeler’in ‘yardımları etkin kullanmaları’nı sağlamak için ‘kalkınma plancılığı’ ortaya çıkmıştır. Bu uygulamada Hindistan çok önemli bir laboratuvar olmuştur”

-1950’lerin ikinci yarısından itibaren, OECD’nin tavsiyesi üzerine, planlama Türkiye’nin gündemine girmiştir. Davet üzerine 1960’ta Türkiye’ye gelen Tinbergen, DPT’nin kuruluşunda ve plancıların yetiştirilmesinde önemli rol oynamıştır. Şinasi Orel’in öncülüğünde 30 Eylül 1960’ta DPT kurulmuştur. Planlama, daha sonra 1961 Anayasası’nda yer almış, DPT anayasal bir kurum olmuştur.

-Kapitalizm, kendisi planlama yapar, ancak kendisinin tabi olacağı planlamayı sevmez. (Bu cümlenin altını özellikle çizdim)

-1982 Anayasası’nda planlama yer almakla birlikte, DPT anayasal bir kurum olmaktan çıkarıldı. Yakın zamana kadar sürdürdüğü kurumsal varlığını, yakın zamanda kaybetti. 1980 sonrasında, plancılık bir şekilden ibaret kaldı. Bu nedenle, Türkiye’de 1980 sonrası plancılığı üzerine bir şey söylemeye gerek görmüyorum.

Hoca’nın sunuş bölümünden sonra, soru-cevap bölümüne geçildi. Bu bölümde katılımcılar, sorular sordular, açıklamalar yaptılar. Ben de bir soru sordum. Sorum kısaca şöyle idi: ‘Planlama için bir siyasi irade gerekir. Günümüzde Türkiye’de planlama için gerekli siyasi irade var mıdır? Türkiye’de planlama için gerekli siyasi irade nasıl ortaya çıkabilir?’ Hoca da bu soruma özetle şu mealde bir cevap verdi: ‘Türkiye’deki mevcut siyasi yapılanma içinde, planlama için gerekli siyasi irade yoktur. Planlama için gerekli siyasi iradenin nasıl ortaya çıkabileceği, benim dışımda bir konu olup, üzerinde ayrıca düşünülmesi gerekir.’

Gerek sorulan sorular gerekse yapılan açıklamalar çalışmamıza canlılık kattığı gibi, verimli olmasını da sağladı. “Geçmişten Günümüze Planlama” konferansına olan canlı ilgi ve çalışmadan amaçlanan verimin alınmasının, müteakip konferanslara yönelik beklenti ve cesareti arttırdığını düşünüyorum.”

İlaveten, uzunca bir süredir, Bilsay Kuruç hocanın önderliğinde, bir grup akademisyen ve uzman aydın tarafından “21. Yüzyılda Planlamayı Düşünmek” konulu kapsamlı bir çalışma yürütülmekte olup, çalışma sonuçları kitap halinde yayınlanmaktadır.[1]

Diyeceğim o’dur ki liberalizm rakipsiz ve seçeneksiz değildir. Dünyada liberal düzenin, (zaman zaman zor da kullanılarak) kurulup sürdürülmesinin insanlığı getirdiği feci durum ortadayken, insanları, piyasaların anaforlarına terk ederek kapitalistin kâr güdüsüne tabi kılma dışında başka seçenekler de vardır. Bu seçenek de geçmişte çeşitli örnekleri oluşturulup uygulanmış, günümüzde de bir seçenek olarak üzerinde kafa yorularak geliştirilmeye çalışılan “planlama”dır.

Gerek liberalizmden planlı ekonomiye geçilmesi, gerekse planlarınhazırlanması, her şeyden önce toplumun geniş bir kesiminin mutabakatına dayanmalı, yani demokratik olmalıdır. İkinci olarak planlamanın odağında, gelirin arttırılması ve adil paylaşılması, yani insani duyarlılık olmalıdır.

Planlama için siyasi irade gerek…

Kuşkusuz planlama, toplumun geniş bir kesiminin oydaşmasına dayanan bir siyasi irade tarafından hayata geçirilebilir. AncakTürkiye’de demokrat siyasetçiler, çok uzun bir süreden beri planlama üzerine düşünmeyi unuttular adeta. Görünen manzara o ki Türkiye siyasetindeki belli başlı siyasi partilerin, küresel liberalizm ile bir sorunları yok, bu nedenle planlama akıllarından bile geçmiyor. En geniş demokrat insan tabanına sahip olan, bu nedenle emekçinin, yoksulun siyasetteki sesi, gücü olması beklenen CHP bile liberalizme angaje görünüyor. Ayrıca CHP’nin, bırakalım gelirin arttırılması ve adil bölüşüm için planlama aracını kullanmayı gündeme almasını, halkın büyük kesiminin muhafazakâr olduğu varsayımına dayanarak,  geleneksel ilkelerinden ve konumundan geriye çekilmeyi temel siyaset tarzı olarak benimseyip, bu doğrultuda siyaset yapabiliyor. Bu durumda, mevcut CHP yönetimi, CHP’nin, cehaletin had safhada olduğu, bugünlere kıyasla çok daha “muhafazakâr” olan 1920’lerin Türkiye’sinde, Cumhuriyetin ilanı da dâhil, çağdaş değerler üzerine modern bir Türkiye kurulmasına öncülük ettiğini unutmuş görünüyor.

Küresel liberal ekonomi-politiğin,insanı tüketerek yol açtığı kaos karşısında, “demokratik planlama”nın,liberalizmin yerine geçebilecek demokratik ekonomi-politiğin en önemli “taşıyıcı ayaklarından” birisi(diğer birisi kolektifler) olduğunudüşünüyorum. Bir siyasi irade tarafından hayata geçirilebilecekse, planlamanın siyaset katındahatırı sayılır bir karşılık bulması gerekir. Planlamanın siyaset katında hatırı sayılır bir karşılık bulması iseplanlama üzerine yapılan çalışmaların dar ve kapalı aydın gruplarının dışına taşınarak, kamuoyunun gündemine getirilip, çok geniş kitlelerin tartışmaya/konuşmaya katılmasının sağlanması ve planlama fikrinin hayata geçirilmesine ikna olmaları ile mümkündür. Öyleyse, “demokratik ekonomi-politik modeli” bağlamında, planlama üzerinde çok konuşalım…

Mehmet Uysal


[1]http://yonetimbilimi.politics.ankara.edu.tr/wp-content/uploads/sites/732/2020/06/planlamasiyasal_bilgiler_kurultay.pdf

1 Comment

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.