Özgürlük, laiklik, düşünce özgürlüğü, insanlar arası iletişim, bilimsel bilgi,yaratıcılık, sanat, refah toplum gibi kavramları kâğıt üzerinde bir mantık silsilesine göre alt alta yazmak çok kolay gelir çoğumuza.
Ancak nerdeyse son 500 yıldır dünya tarihinde yaşanan kavgaların kazananlarını, kaybedenlerini, tarafların bu kavramları benimseme oranlarının belirlediğini unutmamak gerekir.
Cemal Kutay’ın 1994 yayını Atatürk Olmasaydı kitabında anlattığı gibi,Osmanlının son dönemlerinde kurtuluş için yeni yollar bulamayan Medrese (dini esaslar üzerinden eğitim yapan yüksek okul) yöneticileri “Bab-ı içtihad kapanmıştır!” diye buyurmuşlardı; yani “Düşünce Kapısı kapanmıştır” diyerek, Tanrının kuluna en büyük lutfu olan düşünme hakkını elinden alıyorlardı. Medrese ve Ulema düşünce kapısının kapandığı sonucuna niye varmışlardı? Çünkü Osmanlı anlayışında dinin bir ucu Arap milliyetçiliğine dayalı ümmetçiliğe, diğer ucu ise, Türk insanını kendi dili ile ibadetten yoksun bırakan bir çıkar düzeni idi. Bu düzen zihinsel köleliği özgürlüğe yeğleyen bir yönetim sistemi idi. Ülkeyi “matbaa” denilen büyük nimetten 250 yıl mahrum bırakan da bu zihniyet idi. Osmanlı da din, sadece ahlak ve maneviyat konularına değil, hayatın her alanında hakim idi. Bu suretle, tıpkı Ortaçağ Döneminde Hıristiyan dünyasında zirve yapan hakim düzende olduğu gibi, din adamları toplumda imtiyazlı, güçlü ve karlı kılınıyordu. Bu sebeplerle, Tanzimat’tan beri, yaşanılan çağın şartlarını benimsemek yolundaki gayretlerin karşısına daima aynı engel dikiliyordu; Din temelli hukuk düzeni, Şeriat. Kim tarafından? Saray tarafından, çünkü saraylıların da imtiyazlı, güçlü ve karlı pozisyonları vardı ve çağdaşlaşma gayretleri daha düşünce aşamasında lanetleniyor, yasaklanıyor ve cezalandırılıyordu.
Düşünce, özgürlük, laiklik olmadan, kendimizi Araplaşma felaketinin dışında tutmadan, kurtuluş ve eşitlik olamazdı. (Kutay; 1994) Örnek olarak işaret etmek gerekirse, 21 Nisan 1924 tarihinde daha Cumhuriyet bir yaşına girmeden, İstanbul Üniversitesine tüzel kişilik tanındı. Müspet bilim hangi yolu gösteriyorsa onu benimseyecekler ve kararları kendi yetkili kurulları verecekti. Cumhuriyet ilan edilmeden yani laiklik düşüncesi olmadan bu mümkün değildi. Halbuki bu tarihlerde Batı’da içten yanmalı motorların yaygın üretimi vasıtası ile araba, kamyon, gemi, uçak, top, tüfek, silah üretmek çoktan günlük yaşamın bir parçası olmuştu. Mehmet Ali Ağaoğulları’nın Kral Devletten – Ulus Devlete (2006) kitabında anlattığı gibi, önlenemez özgürlük düşüncesi ve çağrıştırdığı eşitlik kavramları, insanların “Doğal Eşitliği” düşüncesi XVIII. Yüzyılın en yaygın inançlarından birisi olmuştu. Voltaire (1694 – 1778) “Toplumsal Konumların Eşitliği” üzerine yazdıklarında, eşitliği, insanların beş duyusu bulunan aynı bedensel biçime sahip olmalarına indirger. Bu tanıma herkesin mutlu olma hakkının bulunduğunu da ekler. Bu bağlamda “Doğal Eşitliğin” özgürlükle ilişkilendirilmesi de her insanın (Kadın ve Erkek) kendi bedeni üzerinde karar hakkı sahibi olması anlamına gelmektedir. Özgürlük toplumsal açıdan ele alındığında de, 18. yüzyılın Avrupa’sında filozoflar Hukuksal Eşitlik kavramı açısından hemfikirdiler; ancak konu Sosyo-Ekonomik Eşitlik olduğunda, modern Avrupa’nın kurulmasına kadar (II. Dünya Savaşı sonrası) düzgün bir uygulamanın hayata geçirilemediği görülmektedir. Zaten son 150 sene Avrupalıların kendi aralarındaki kavga ve savaşların önemli nedenlerinden birinin sosyo-ekonomik eşitsizliklerdir.
Voltaire ve diğer düşünürlerin Aydınlanma Döneminde, yani korkmadan aklını kullanma başlayan 18. Yüzyıl Avrupa’sında “akıl dini” ya da “doğal din” olarak kabul gören anlayışın öncülüğünü yapmışlardır. Bu anlayış, “kilisenin” üstünde olan, her bakımdan akla uygun olup, akıl tarafından ortaya konan ve insanın doğasındaki yerleşik inançlardan oluşan bir inanç anlayışı olarak tanımlanmıştır. Voltaire, “Tanrı olmasaydı, onu yaratmak gerekecekti!” diyerek, Tanrı’ya inancının asıl önemini, ahlak bakımından bir ağırlık merkezi olmasına bağlamıştır. Fakat bu ağırlık merkezinin mutlaka laiklik ile dengelenmesinin önemini de belirtmiştir. (Mehmet Ali Ağaoğulları; 2006)
Osmanlıda, özgür iletişim, bilimsel bilgi,yaratıcılık, sanat, refah toplumugibi modern fikirlerin geçerli olabilmesi öncelikle halka benimsetilmesi gerekmekteydi ki, bu laiklik olmadan mümkün olamazdı. Atatürk ile birlikte, laiklik, rejimin temel unsuru olmuştur. Laiklik, özgürlüklerin kısıtlanmasına karşı hür fikrin savunulması ve dinin dünya işlerinden ayrılmasına dayanan bir anlayıştır. Din, özünde tanrı ile kul arasında karşılıklı gönül–ruh huzur ilişkilerini düzenleyen bir alandır. Politika ise, insanla toplum ve devlet arasındaki ilişkilerle uğraşır. Onun için her ikisinin konusu birbirinden ayrıdır ve gene onun için vicdan hürriyeti benimsenince din ve devlet birbirinden ayrışmıştır.
Batı Avrupa devletleri ağır bedeller ödeyerek (I. ve II. Dünya Savaşları), sosyal, temel insan haklarına dayalı, demokratik, laik, halkı ile yöneticiler arasında dengeli bir mutabakata ulaşmışlardır. Böylece kuvvetler ayrılığı, bağımsız adalet sistemi, temel hak ve özgürlükler, hukukun üstünlüğü, basın özgürlüğü, refah toplumu, gibi zincir reaksiyon başlamış ve 21. Yüzyıl refah toplumu bildiğimiz seviyelerine ulaşmıştır.
Günümüzde hükümetler,vatandaşlarına refah, adalet ve özgürlük getirmek vaadi ile seçilirlerve bu taahhütlerini yerine getirdikleri oranda da başarılı bulunurlar. Evet, bu yazdıklarımız herkesçe bilinen, temel olarak talep edilen hatta daha da ötesi, mevcut oldukları varsayılan düşüncelerdir. Ancak yalnızca varsayarak, bu düşünceler rejimde, sistemde, eylemde, yaşamda işlevsellik kazanmadan, ekonomiden, sağlıktan, finanstan, üretimden, bilimden, sanattan bahsetmek beyhudedir.
Tarihsel gerçekleri toplumun bir kesiminin bilmemesi, gözardı etmesi veya önemini kavrayamaması, onları sadece Ortaçağ’ın güvencesiz toplumlarına veya 2. Dünya Savaşının onbaşısının düştüğü hataya düşürür. Onbaşı ile anlaşan silah tüccarları, sanayiciler ve kilisenin ne düşündüğü bir yana ama günün siyaseti içinde sürüklenen geniş halk kesimleri iş işten geçtiğinde büyük bir yıkım yaşamışlar, milyonlarca insan pişman olacak kadar bile yaşama fırsatı bulamamışlardı.
Günümüze gelip, konuyu toparlarsak, yakın tarihte toplumsal gelişmenin dinamiklerinin 4 ana aşamadan geçtiğini söyleyebiliriz:
1- Aşama; İnsanların Zihinsel özgürlüğü ( Düşünce ve ifade özgürlüğü )
2- Aşama; Hukuksal Eşitlik/Adalet duygusu ( Kanun Karşısında eşitlik)
3- Aşama; Bireyleşme (aklına, duygusuna ve vücuduna egemen olan birey)
4- Aşama; Sosyo–Ekonomik Eşitlik (Fırsat eşitliği, eğitim eşitliği, sağlık hizmetlerinden eşit faydalanma hakkı, gelir adaleti ve benzeri haklar.)
Cumhuriyet insanı olarak, yukarıdaki aşamalardan ilk üçünü dünya standartlarına yakın gerçekleştirdiğimizi değerlendirir, 4. Aşama üzerinde mücadele edildiğini düşünürken, bir de baktık ki, bu aşamalardan ilk üçü ile problemi olan veya dünya tarihini farklı okumaya çalışan bir yönetim ve bu yönetimi bugün itibarı ile benimsemiş olan yönetilen kesimin ihtirası bizleri tarihsel olarak 150 yıl geriye götürmüş. Bu durum tam manası ile “güven duyulmayan bir toplumun” yaratılmasına yol açmış olup, yatırım ve iş yapma dürtüsü büyük miktarda erozyona uğramıştır.
Yurt dışından borç alarak ülkeyi dışarıya bağımlı kılanlar, şimdi borç aldıkları ülkeler ile ters düşüp kavga ederek ülkeyi içine kapamış ve Avrupa bloğunda mı, Avrasya bloğunda mı, Kuzey komşumuzla mı, yoksa NATO bloğuyla mı dünya üretim ve dayanışma zincirine önceleyeceğimizin kararını vermeden, demokratik ve laik rejimden saparak içinde bulunduğumuz ekonomik ve siyasi dar boğaza hapis etmişlerdir. Bu durumdan ancak tarihsel gerçeklerin ışığında, yurttaşlarına güven veren, insan haklarına saygılı, demokratik, laik, parlamenter temsile dayalı bir sistemile çıkabiliriz. Bu sistemi ulusun kaynaklarını demir-çimento-toprağa dayalı rant ve harcama düzenine değil, ekonomide eğitim, sanayi, tarım, yaratıcı endüstriler ve toplumsal yaşamın her kademesinde ve yurtta barışı önceleyerek taçlandırabiliriz.
Mehmet Kazancıoğlu