Bir Eşikten Ötesi: Türkiye’nin Geleceği İçin Ekonomik ve Yapısal Bir Muhasebe

Bekir Ağırdır geçtiğimiz günlerde T24’te Türkiye’nin hikayesine dair umut veren bir yazı kaleme aldı. Katıldığım çok yönü olmasına rağmen aranan yeni yola farklı bir bakış açısıyla bakmak isterim.

Gerçekten de bir tür “atmosfer geçişinin” içindeyiz. Dünya yeni bir düzene henüz girememişken, eski düzenin kurumları da anlamını yitirmiş durumda. Ancak bu tabloyu yalnızca kültürel ya da siyasal bir türbülans olarak görmek yetersiz kalır. Mesele bir geçiş anı değil; daha derin, yapısal bir tıkanmanın ve çözülmenin içindeyiz. Küresel düzeyde ekonomi, siyaset, sınıf yapısı ve teknoloji rejimi aynı anda yeniden biçimleniyor. Türkiye’nin bu çalkantıdan sağ çıkabilmesi, yalnızca yeni bir toplumsal mutabakat kurmasıyla değil; aynı zamanda kendi kalkınma modelini radikal biçimde yeniden inşa etmesiyle mümkün olacak.

Erişilemeyen Refah: Yoksulluğun Taşıdığı Modernlik

Bugün Türkiye’de yeni kuşakların modernlikle kurduğu ilişki geçmişten köklü biçimde farklılaşıyor. Önceki dönemlerin modernleşme süreci, eğitim, kamusal yükselme ve mesleki güvenlik gibi yapılar üzerinden kuruluyordu. Bugünün modernlik arayışı ise, tüketim kalıpları, estetik tercihler ve dijital görünürlük üzerinden şekilleniyor.

Bu değişim, kent yoksulluğu içinde büyüyen yeni sınıfların, kredi kartı borçlarıyla finanse edilen bir “görünürlük” mücadelesine sürüklendiği anlamına geliyor. “Zengin estetiği”nin taklit edildiği ama gerçek refahın ulaşılmaz olduğu bir düzende, bireylerin aidiyet duygusu giderek aşınıyor. Bu, Branko Milanovic’in işaret ettiği gibi küresel ölçekte derinleşen sınıfsal ayrışmanın Türkiye’ye özgü bir tezahürü: gelir artışı olmadan statü simülasyonu.

Eşitsizlik ve Borç Kapanı: Yeni Küresel Rejim

Küreselleşme yıllarca refahı yaygınlaştırma vaadiyle ilerledi. Bugün ise geride kırılgan tedarik zincirleri, rekor düzeyde kamu ve hanehalkı borcu, artan sermaye yoğunluğu ve üretimden uzaklaşmış ekonomiler kaldı. Gelişmekte olan ülkeler, hem yüksek borç yükü hem de artan dış kırılganlıkla baş etmeye çalışıyor. Türkiye bu zincirin tam ortasında yer alıyor.

Yüksek enflasyon, daralan krediye erişim, iş güvencesizliği ve bölgesel eşitsizlikler sadece ekonomik göstergeler değil; aynı zamanda bir kalkınma krizinin habercisi. Bugün yatırım ve üretim değil, savunma ve idare etme davranışı hâkim. Gençler tasarruf değil, kaçış yolları arıyor. Girişimci enerjinin yurtdışına yönelmesi, bu güven kaybının somut sonucu.

 

 

Küresel Savunma Harcamaları Yükselirken, Sosyal Devlet Geri Çekiliyor

2025 itibarıyla dünya genelinde askeri harcamalar tarihin en yüksek seviyelerine ulaşırken, sosyal devletin alanı sessizce daralıyor. Bu yalnızca mutlak büyüklükle değil, bütçelerdeki öncelik sıralamasındaki değişimle de açıklanmalı. ABD, Çin, Hindistan gibi büyük güçlerin yanı sıra Almanya, Japonya, Polonya gibi ülkeler de savunma bütçelerini keskin biçimde artırıyor; NATO daha savunma bütçe hedefi olarak GSYİH’nın %5’ini belirledi. Ancak kamu bütçeleri sınırsız değil. Her yeni tank ya da füze programı, bir başka ülkede eğitimin, sağlığın ya da sosyal yardımların payını daraltıyor. Pandemi sonrasında sosyal devletin yeniden yükselişe geçeceği beklentisi, Ukrayna savaşı sonrası güvenlik harcamaları tarafından gölgede bırakıldı. Bugün strateji belgeleri, kalkınma planları ve kamu yatırımları, yurttaşın gündelik ihtiyaçlarından çok jeopolitik rekabetin mantığına göre şekilleniyor. Bu, Türkiye gibi ülkeler için hem fırsat hem risk barındırıyor: Savunma sanayiindeki başarı ve özerklik çabası, toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmeyen bir üretim zeminine oturmadıkça, uzun vadeli kalkınma değil, yalnızca savunmalı bir istikrarsızlık üretir. Üstelik sosyal güvencelerin zayıflaması ve kamusal hizmetlerin erozyonu, yurttaşta devlete yönelik güveni sarsmakla kalmıyor; temsil krizini derinleştirerek demokrasiye yönelik kitlesel hoşnutsuzlukların zemini hâline geliyor.

Teknoloji Oligarşisi: Yeni Dünya Sosyal Demokrat Olmak Zorunda  Değil

Bugün yeni bir dünya düzeni kuruluyor olabilir; fakat bu düzen sosyal adaletin genişlediği bir eksende ilerlemiyor. Aksine, teknoloji devlerinin ekonomik, kültürel ve hatta siyasal alanlarda iktidar yoğunlaştırdığı bir dönem yaşıyoruz. Bunu sadece teknoloji devlerinin yoğunlaşması ile sınırlandırmamak lazım. Tekelleşme birçok sektörde toplumsal faydayı tehdit ediyor. Biz de tekelleşme ya yabancı şirketlerin eliyle ya da kamu kayırmacılığıyla ortaya çıkan devlerle oluyor. Küresel dijital altyapının neredeyse tamamı birkaç şirketin kontrolünde. Yapay zekâdan veri trafiğine, ödeme sistemlerinden bulut bilişime kadar bireyin ve devletin hareket alanı daralıyor.

Bu durum, “neoliberal ekonomik tabanlı küreselleşme karşıtı” enerjilerin otomatik olarak merkez partilerde ya da sosyal demokratlarda toplanmadığını gösteriyor. Tam tersine, sistem karşıtı tepkiler giderek teknoloji oligarşilerinin daha fazla alan kazanmasına, devlet egemenliğini aşındırmasına ve demokrasiyi veri sahipliği yoluyla dönüştürmesine hizmet ediyor. Eğer Türkiye bu teknoloji rejimine sadece bir kullanıcı ya da taşeron olarak eklemlenirse, kalkınma söylemi kısa vadeli büyüme verilerinden öteye geçemez.

Ekonomik Güvenlik Türkiye İçin Ne Anlama Geliyor?

Bu noktada kalkınma yalnızca büyüme değil; stratejik tercih anlamına gelmelidir. Ekonomik güvenlik, sadece piyasa başarımı değil; uzun vadeli kamu yararını, kritik sektörlerde yerli kapasiteyi, veri egemenliğini ve bölgesel bağımsızlığı gözeten bir ekonomi anlayışıdır. Türkiye’nin sanayileşme, dijitalleşme ve yeşil dönüşüm politikalarını bir “stratejik özerklik” hedefiyle bütünleştirmesi gerekir. Aksi hâlde, küresel değer zincirlerinin ucuz emek ve düşük teknoloji halkasında sıkışmak kaçınılmazdır. Ancak o vakit bu işi sizden daha iyi yapan Mısır’la mücadele etmek durumunda kalırsınız.

Orta Güçler Koalisyonu: Avrupa’yla Bağlı, Ama Yalnız Değil

Küresel türbülans içinde Türkiye’nin dış politikası da stratejik yönelim arayışında. Ancak bu arayış, ne Batı’dan kopmayı ne de yeni bir BRICS hayaline kapılmayı gerektiriyor. Tam tersine, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ekonomik ve hukuki bağlarını koruyarak, esnek ve konu bazlı ortaklıklarla kendine özgü bir dış politika kulvarı açması mümkün.

İklim krizi, dijital veri egemenliği, göç, gıda güvenliği, yapay zekâ gibi alanlarda benzer öncelikleri paylaşan orta ölçekli ülkelerle kurumsal olmayan ama etkili işbirlikleri geliştirmek, Türkiye’nin hem bölgesel liderliğini pekiştirir hem de çok merkezli dünya düzeninde söz söyleme kapasitesini artırır. Bu yaklaşım, klasik blok siyasetinin ötesine geçerek, çoklu kriz çağında ortak çözüm üretme diplomasisine dayanır. Türkiye, kendi çıkarlarıyla evrensel kamu yararı arasında köprü kuran bir aktöre dönüşebilir. O zaman dış alemle ilişkilerimizdeki hayallerimiz yurttaşa refah sağlama hedefiyle ortaklaşır.

Toplumsal Mutabakat Herşeyi Çözecek mi?

Türkiye’de kalkınma konuşulurken sıkça tekrarlanan bir cümle var: “Yeni bir toplumsal mutabakat şart.” Bu ifade kulağa hem demokratik hem de uzlaşmacı geliyor. Ancak asıl sorulması gereken şudur: Toplum hangi zeminde mutabakata varacak? Dağıtacak refahı kalmamış bir ekonomik düzende, aşınmış güven duygusuyla, kutuplaşmış kimlikler arasında nasıl bir ortak hikâye kurulabilir?

Bu çağda, toplumsal mutabakat soyut bir temenni olarak değil, adil ve üretken bir yaşam tasavvuru etrafında somutlaştırıldığında mümkündür. Mevcut sistemin kapsayıcılığı zayıflamışken, önce herkese aynı mesafede duran bir kalkınma vizyonu gerekir. Bugün kalkınma, toplumsal mutabakatın ön koşulu değil, tam tersine onun kurucu zemini olmalıdır. Kısacası, yalnızca toplum uzlaşsın diye bekleyerek değil; güven, üretim ve adalet etrafında yeni bir yön belirleyerek toplumun yeniden birbirine yaklaşması sağlanabilir.

Yeni bir hikâye için öncelik “uzlaşmak” değil, yöntemi tayin etmektir. Yöntemi olanın mutabakatı da peşinden gelir.

Yeni Türkiye Hikâyesi: Üretim, Adalet ve Dayanıklılık

Türkiye’nin hikâyesi eksik değil; yanlış yazıldı. Geçici büyüme dönemleri yüksek borçla sürdürüldü, sosyal yardımlar kalıcı sosyal politikanın yerini aldı, kalkınma planları ise kısa vadeli yatırımların gölgesinde kaldı. Oysa bugün ihtiyaç duyulan şey, yalnızca ekonomik büyüme değil; herkesin kendini ait hissedebileceği adil, üretken ve dayanıklı bir toplumsal düzen inşa etmek. Yeni hikâyeyi mümkün kılacak olan, bu üç kavramın ortak zemininde şekillenen bir kalkınma tahayyülüdür.

Bu tahayyül, güven veren kurumlarla, evrensel ilkelere dayalı bir demokrasiyle, çevresel ve teknolojik özerkliği önceleyen bir kamu aklıyla mümkündür. Türkiye’nin yeni yüzyılında yol haritasını belirleyecek olan yön değil, yöntem olacaktır. Ve bu yöntem, kalkınmayı yeniden kamusal bir mesele olarak düşünmekle başlayabilir.

* Can SELÇUKİ, Türkiye Raporu Direktörü

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir