Virüs sonrası Türkiye Ekonomisi için çözüm getirecek devlet politikası nedir?

Ekonomide bir gerçeklik vardır, önce olay yaşanır, sonra o olayın yarattığı dinamiklerle teori ortaya çıkar.

Bu yazıyla, özellikle ülkemizin önündeki otuz yılı için ekonomik geleceğine yön çizme noktasındaki olası tercihlere ışık tutabilecek kısa bir değerlendirme hedeflemektedir.  Bu çerçevede, modern dünya piyasa ekonomisi tarihinde üç iktisat teorisinin varlığından hareket ederek bunları teker teker anlatarak, benzerlikler/farklılıklar karşılaştırması yaparak bugünün değerlendirilmesi yerine, bu kuramsal yaklaşımların, zaman içerisinde birbirlerini nasıl takip ettiklerinden çıkışla, yazının sonuç hedefini desteklediği düşünülen bağlantıları ele alınmaktadır.

Modern iktisat tarihine baktığımızda, ilk önce “Klasik-Neo Klasik Ekonomi Teorisi” karşımıza çıkar.  1776 tarihli Milletlerin Zenginliği kitabı ile Adam Smith; ekonomi piyasasının kendi dinamikleri içerisinde kendisini dengeleyeceğine inananarak, devleti piyasa içerisinde bir aktör olarak görmeyen, hatta dışarıda tutan; ekonomik gelişimin, bireylerin ticari ortamda büyüyen, gelişen kazanımları ve ortaya çıkan varlıklarının toplumun varlıkları olarak değerlendirilebileceğini içeren bir kuramsal çerçeve ortaya koymuştur.  Neo-klasik teoride aslında devletin ekonomiye dahil olması savunulmakta birlikte, bu alanın ancak çok çok sınırlı olması gerektiğinin altı çizilir. Zaman içerisinde gelişen ekonomik dünyanın dinamiklerinin Adam Smith’in bu görüşleri yönünde şekillenmesi, bu teorinin uygulama zeminini güçlendirmiştir. İlerleyen yıllardaki ekonomik gelişmeler, kendi uygulama politiğini belirlemiş, genel kabul görmüş ve bazı çevrelerce vazgeçilmez olan bir ekonomik ortam oluşturmuştur. Bir başka deyişle, piyasa teoriyi, teori piyasa dinamiğini beslemiş ve kemikleştirmiştir.

1929 Ekonomik Buhranın ortaya çıkışı ile hakim ekonomi anlayışı, bu teorinin vazgeçilmezlerinden biri olan “piyasanın kendi dinamikleriyle çözüm bulması” gerçekliğinin kendiliğinden hayata geçmesini beklemiş; ancak çözüm ve ekonomik buhrandan çıkış, devletlerin müdahalesiyle; vergi oranlarının düşürülmesi, kamu yatırımlarının ve harcamalarının arttırılmasıyla mümkün olabilmiştir.

“Klasik-Neo Klasik Teori,”  kısaca  “klasikler” dönemi, 1929 ekonomik buhranı için devlet kaynaklı çözüm yollarının hayata geçirilmesi ve faydalı sonuçlarının görülmesi ile geçerliliğini kaybetmiştir.  Bu süreç sonunda, güncel piyasa ve artan rekabet ekonomisi, yarattığı çözümlerle dönemin iktisatçısı olan John Maynard Keynes’in prensiplerine benzer özellikler göstermiş ve bu prensipler “Keynes Teorisi” olarak anılmaya başlamıştır.

Bu teori, piyasa ekonomisinde devletin ekonominin hacimsel sınırlarını düzenlemeye, etkisel gücünü belirlemeye müdahale edebilecek bir aktör olması gerektiğini savunur. Arz ve talep uyuşmazlığının, serbest piyasa ekonomisinin oluşturduğu dinamikler sonucu kaçınılmaz olduğunu, dolayısıyla devletin bu açığı normalize etme noktasında devreye girebileceğini öngörür, zorunlu kabul eder. Bu teori, 1929’dan itibaren dünyadaki makro ekonomi dinamiklerini arz/talep, yatırım/istihdam, tüketim/gelir, gelir/tasarruf yaklaşımlarıyla 1970’li yıllara kadar kırk yıla yakın belirleyici ve düzenleyici çözümler yaratmıştır.

Aynı zamanda, serbest rekabetin en üst seviyede hüküm sürmesi, parasal fazlalığın yönetilmesi gibi yeni ekonomik parametrelerin genel geçer gündem haline gelmesi, piyasa ortamında her geçen dönem maksimuma erişme noktasına ulaşan çetin rekabet karlılığının ve bireysel gelir faydalanmasının getirdiği yeni düzen içerisinde, maliye politikaları yerine para ve faiz politikalarının hem serbest rekabet içerisinde piyasa oyuncusu hem de devletler düzeyinde gündem oluşturması ile yeni bir dönemin başlangıcı diyebileceğimiz bir düzen oluşmuştur.

Bu dönemde, ekonominin ortaya çıkan dinamiklerine teorik yaklaşımlı çözümlerin yetersiz kalması, ölçüsüz ve plansız daha da önemlisi post modernist ortamın öncelikleri itibariyle ekonomik hedef savruluşları, piyasa dengesini bozarak, devletin “Keynes Teorisi” anlamında müdahil oluşuna muhalif olan ekonomik yaklaşımların yine güçlenmesine sebep olmuştur ve devlet müdahilliğini bertaraf edici uygulamalar başlamıştır.  Bu aşamada; “Klasik Teori” dönemine dönüş belirtilerinin yaşandığını, yani 1929 ekonomik buhran öncesi dönemin niteliği olan devlet müdahalesinin veya piyasa aktörlüğünün en aza indirgenmesi hatta olmaması gerektiğine ilişkin baskın yaklaşımlar yaygınlaşmaya başlamıştır.

Ve üçüncü teori; bu yeni dönemde, çok kısa ve dar tabiriyle “Monetarist Yaklaşım“ ortaya çıkmıştır.  Bu teori; serbest piyasa rekabetinin küresel rekabet dinamiklerini de içerisine dahil ederek ve en üst seviyede yaşanmasının doğal bir sonuç olacağını; parasal fazlalığın para politikaları yönetimi adıyla maliye politikalarından hemen hemen tamamen bağımsız bir dinamik olarak piyasa parametrelerinden bir tanesi haline gelebileceğini öngörmüştür.  Bu serbest piyasa ve parasal rekabet içerisinde devletin ekonomiye müdahalesinin olabilecek en asgari seviyede tutulması bir zorunlu koşul olarak ortaya konulmuştur.  Ayrıca, piyasada bir sorun yaşanması durumunda, bunun sebebinin ancak devletin ekonomideki doğal piyasa uygulamalarına müdahalesinden kaynaklanabileceği kabul edilmiştir.  Son olarak, ekonomide devletin en önemli sorumluluğunun dolaşımdaki para miktarının kontrol edilmesi alanında olduğu düşünülmesi gerektiği ve buna bağlı olarak kamunun mülkiyetindeki işletmelerin özelleştirilmesi ile devletin ekonomik faaliyetlerdeki aktif rolünün küçültülmesi gibi “Klasik Teoriye“ yakın ve parasal önlemlerin daha etkin olduğu bir makro ekonomik düzen tarif edilmiş; bu anlayış günümüze kadar etkinliğini yaygın olarak sürdürmüştür.

Bu satırların kaleme alındığı günlerde ise ülkemiz de dahil olmak üzere, virüs salgını ile dünya ekonomisinde yaşanılan ani ve toptan duruş ve bu duruş nedeniyle ortaya çıkacak ciddi ekonomik çöküntü karşısında “devlet”in bir ekonomik aktör olarak gerekirse sınırsız katkılar sağlamak da dahil, yaşanılan çaresizliklere nasıl çözümler üreteceği konusu tartışılmaya başlamıştır.

Dikkat edilecek olursa, son ikiyüz kırk yıldır modern piyasa ekonomisi düzeni içerisinde yaşanan her ciddi reel piyasa ve iktisat teorisi savrulmasının kilit ve belirleyici aktörü; devletin dahli ve çözüm buluculuğu olmuştur. 1929 ekonomik buhranından çıkışta da, 2008 ekonomik durgunluk ve küçülme süreçlerinde de hem reel sektörün, hem para piyasalarının, hem de temel insani standartların korunması yönünde devletin müdahil oluşunun ne kadar hayati olduğu görülmüştür.  Bugün yaşanılan derin krizden sonra ise belki de “Keynes” döneminden “Monetarist” döneme geçişte görüldüğü gibi, “devletin piyasa aktörlüğünden son döneme kadar geçen süreçte giderek uzaklaştırılması, 2020 krizinin bıraktığı hasarı maksimuma getirmiştir” tartışmalarının yaşanacağını günler geleceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.  Hem düzenleyici, hem hacimsel sınır belirleyici hem de denetleyici anlamda devletin ekonomideki etkisi ve ihtiyaç halindeki görevinin tartışılmaz ve kaçınılmaz bir gerçeklik olduğu ortadır. 

Dünyanın bu makro-ekonomi süreç dinamikleri içerisinde Türkiye 2020 yılına gelene kadar neler yapmıştır diyecek olursak; yukarıda anılan modern ekonomi teorileri süreçlerinde Cumhuriyetin kuruluşu ile Türkiye 1923 tarihinde bir iktisadi model belirlemiş ki bu dönem “Klasik-Neo Klasik Teori” döneminin son safhasıdır.  Türkiye, 1929 büyük ekonomik buhran ile 1923 yılında belirlediği iktisadi prensipleri “Keynes Teorisi” esaslı (İttihad ve Terakki döneminden de gelen “devlet iktisadiyatı ve devletçilik” anlayışını) bir değişime tabi tutarak 1930-1931 yıllarından itibaren “Devletçilik” ilkesini bir devlet politikası olarak benimsemiş ve kalkınmasını bu doğrultuda “Karma Ekonomi” prensibiyle oluşturmuştur.

Türkiye anılan teorik geçişlerin yaşandığı dünya ekonomik rüzgarında bu teorilerin özelliklerini tam anlamıyla kendi piyasasında göstererek mi yeni “Monetarist Teori” anlayışına geçmiştir?  Burada cevap çok açıktırİ bu dönemde Türkiye, devletin ekonomi yönetiminde, maliye politikaları yerine para politikalarını, “kalkınma” modelli politikalar yerine “büyüme” politikaları uygulamalarını (http://www.ftturkiye.com/ekonomide-sadece-buyume-mi-yoksa-kalkinma-mi) tercih etmiştir.

Türkiye bugün itibariyle, pek çok mal/üretim faaliyetlerinde tam rekabetin artık en üst seviyeye ulaştığı ve sektörlerinde dünya genelinde lider denilebilecek firmaları barındıran ülkelerin artık belirginleştiği, bir başka deyişle keskin rekabet ortamında rakiplerini alt etmiş, bilenmiş birçok sektörde rekabet edilemez seviyeye gelmiş ülkelerin ortamında kendi yerini alamamıştır. Tüm bunları sağlayamadığı gibi daha çetin piyasa rekabetli bir düzene ilave olarak parasal rekabet politikalarının da hüküm sürdüğü “Monetarist” bir dünya düzeninde “sıcak para” bağımlısı olarak ayakta kalmaya çalışmaktadır.

Türkiye “Monetarist Teori”nin hüküm sürdüğü dünyada bu düzene uyum sağlayabilecek midir? Bir başka deyişle, dünya rekabetinde boy gösterip, tüm rakip ülkelerin ürünlerini geride bırakabilecek global talep ve ürünler yaratabilecek, bütçe fazlası verebilecek bir ekonomiye sahip olabilecek midir?

Türkiye, kendi ekonomi piyasasında tam rekabetin tam anlamıyla yerleşmediği, bir çok mal/üretim alanında faaliyetin bile yapılmaya başlanmadığı, mevcut üretim faaliyetlerinde ise ağırlıklı emek yoğun nitelikte olarak dünya rekabetinde boy gösteremeyecek nitelikte olduğu gerçeğiyle karşı karşıyadır.

Diğer taraftan da “Devletçilik” ilkesi gereği piyasada faaliyet gösteren Kamu İktisadi Teşekkülleri ve Kamu Kuruluşları ile hem sosyo ekonomik düzeni hem de birçok mal grubunda arz/talep dengesini milli ekonomi özelinde sağlayabilirken, bu süreci güçlendirerek devam ettirmesi ve her üretim gurubunda yine devlet takviyesiyle dünyaya açılma aşamasına gelebilecekken, “monetarist“ düzenin gereklerinden özelleştirmeyi, yani devletçilikten hızla uzaklaşmayı seçmiş ve son 25 yılda yaklaşık 65 milyar ABD Dolarlı özelleştirme gerçekleştirmiştir. Bu durum birçok mal/üretim guruplarında birikmiş know-how ve üretim kapasitesini sıfırlamıştır. Yine aynı dönemde, yerel üretim kapasitesinin tam güçle desteklenmesi yerine “Monetarist” yaklaşımın gereği olan para politikalarının etkinliğini arttırmak durumunda kalınmıştır. 

Türkiye bu gelişmelerle, özelleştirmelerden elde edilen gelirle dar ve sığ kalan özel sektörün desteklenmesi yerine bütçe açığını kapatmayı devlet politikası olarak tercih etmiştir. 2020 yılı ülkemiz bütçesinde 10 milyar TL gelir bütçesi değerinde özelleştirme ile “Monetarist” yaklaşımlı uygulamalar kendisini göstermeye devam etmektedir. Tüm bu gelişmelere ilave olarak, devletin eğitim ve sağlık sektörlerinden tamamiyle ayrılarak bu hizmetlerin özel sektör tarafından verilmesini savunanların her geçen gün arttığını da gözlemleyebiliyoruz…

Dünya genelinde gelişmiş ekonomilerin “Monetarist Teori” ortamında, emek yoğun, dar üretimli, kısıtlı sermaye kaynaklı, dış ticaret ve bütçe açığı veren, dışkaynaklı sıcak para bağımlısı, yüksek işsizlik ve yüksek kayıt dışılık olan bir Türkiye ekonomisinin, “Monetarist” düzene hemen uyum sağlayıp uygular ve rekabet eder noktaya gelmesi bu şartlarda mümkün görünmemektedir. Gelişmiş dünya ile rekabet anlamında farkın kapanması üstün bir plan ve modelle ile mümkün olabilecektir. Aynı zamanda, serbest piyasa ekonomisinin asli niteliği olan serbest olma ve serbest faaliyette bulunma şartlarının günümüz özel sektörü için sağlanması piyasanın güçlenmesi açısından hayati önem taşımaktadır.

Türkiye’de her ay 100 birim gelir yaratıldığını varsayarsak bunun 70 biriminin maaş ve maaş muadili gelirler olduğu (11 yıl önce bu oran 60 birim), ülkemiz ekonomisinin yüzde 99’luk bölümünün küçük ve orta ölçekli işletmelerden (KOBİ) oluştuğunu, bu işletmelerin toplam çalışan kesimin %75’ini, toplam ihracatın %60’ını gerçekleştirdiğini ancak dünyada kullanılan yüksek teknolojinin sadece %0,3’nü kullandığını dikkate almak durumundayız. İlave olarak, son otuz yılda da dünya genelinde geçerli, lider olabilecek ve ciddi gelir sağlayabilecek bir ürün/marka yaratamadığımızı dikkate alarak, ekonominin yüzde 70’e yakınının hizmet sektörü olduğu gerçekliğinden hareket ederek, bu genel tabloyu derhal düzeltmeye başlamak gerekmektedir. 

“Monetarist Teori” denilen son dönem ekonomi teorisinin en son döneminde Covid-19 virüsü şokuna yakalanan dünya ülkelerinde tam rekabetçi, bütçe ve dış ticaret fazlası veren ve virüs şokuna devlet yardımı yapan ülkeler ekonomilerinin doğası gereği isteneni verebilecektir. Ancak ülkemiz, reel sektörüne çok sınırlı imkanlar sağlayabilecektir. Bu salgın sürecinde asıl önemli olan, dünya ülkelerinin neleri sağlık yönetimi açısından başaramadığı değil, bu krizi hangi ülkelerin hasarsız veya en az hasarla atlatacağıdır.  Bir başka deyişle, irdelenmesi gereken; bireysel maske, eldiven ve hijyen malzemelerini kendi halkına çok kısa sürede tedarik edemeyen ülkelerin başarısızlıkları değil, hangi ülkelerin bu genel anafordan sebepleriyle beraber en az hasarla çıkacağıdır.

Bu salgın, Türkiye reel sektörünü hem girişimcilerin dünya rekabetinde gücünü seviye anlamında düşürecek hem de istihdam anlamında özelleştirmeler sonrası da dar kalan ekonomide bireysel refah tarafında da hasar yaratacaktır.  2021 yılı ve sonrası yeni dönemde “ihtiyaçlar modülü” diyebileceğimiz yeni piyasa arz/talep ögelerini dikkate alarak ki henüz bu parametreleri bilmiyoruz, dünya ekonomisi için yeni bir iktisat teorisi kuvvetle muhtemel görünmektedir. Türkiye, “Monetarist Teori” akımına hazırlıksız yakalandığı dönemin aksine, yeni dönemin rüzgarına kapılmadan, kendi ekonomik modellemesini kendisi yapmalıdır.

Ülkemizin bu yeni dönem ekonomi piyasası ortamının bizlere getireceği “ihtiyaçlar modülü” diyebileceğimiz parametrelerle ekonomik ayakta kalışı, ancak topyekün yeniden devletçilik prensipli “Karma Ekonomi“ modellemeli politika ile söz konusu olabilecektir. Bu modellemede devletin sermaye, dış pazarlama, ar-ge, teknoloji ve maliyet optimizasyon desteklemeleri yeni dönemde serbest piyasaya bir hacim kazandıracağı gibi dünyaya açılmada da destekleyici ve sinerjik bir piyasa yaratacaktır.

Bu çıkış ve yükselişi getirecek “Karma Ekonomi” modelinin başarılı olması için, son dönemdeki küresel “post modernist” dünyayı ve virüsün ortaya çıkışı ile Türkiye’de oluşan sosyo-kültürel şartları dikkate alan bir hazırlık yapılmalıdır. Ülkemizin bu krizden çıkış için benimseyeceği çözüm yolları ve bunların kademeli ve planlı olarak uygulama yöntemleri bellidir.  Türkiye’nin çözülemeyecek hiçbir probleminin olmadığını bilerek, yeni dönemde ortak akıl ve ileri görüşlülükle devletçilik esaslı yeni bir “Karma Ekonomik” modelin uygulanması gereklidir.

Berk Hacıgüzeller

3 Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir