Türkiye’nin İkilemi: Mutlak Karanlığa karşı Alacakaranlık Kuşağı

Şunu kabul edelim. Memleketin aydınlanma yolculuğu 1946’dan itibaren yavaşlamış, 1980’den sonra durmuş, son 20 yıl da ise geriye gitmeye başlamıştır.

Bugün yaşadığımız tehlike dinin, saltanatın ve paranın tahakkümüne karşı çıkan bir toplumsal yapının uzun bir süre daha hayal olmasıdır. Bu durumu “mutlak karanlık” olarak metaforik hale getirelim ve devam edelim. Bu henüz tehlikedir ancak AKP’nin içinden geçtiği kendisi adına zorlu süreci atlatması halinde memleket bu karanlığa gömülecektir. Gelin Saray’ın Fetvacısı diye anılan Hayrettin Karaman’ın 7 Ağustos 2011 tarihinde Yeni Şafak’taki “Tahammül mü Hoş Görmek mi” başlıklı yazısından ufak bir alıntıyla AKP’nin baktığı pencereden ülkeye göz atalım.*

Şöyle diyor Karaman;

“Bir Müslüman (…)çok dinli, çok kültürlü, çok ahlak anlayışlı bir toplum içinde yaşamak durumunda kalmış ise ne yapacaktır? (…)  Şartlar müdahaleye ve düzeltmeye müsait olmadığına göre bunu yapamayacaktır.  Şartlar, ötekilerden ayrı bir mekana yerleşip orada kendi inancına göre yaşamaya elverişli değilse bunu da yapamayacaktır. (…) Durum böyle olunca çoğulcu bir toplumda yaşayan Müslümanın farklı olanlarla zorunlu ilişkisinin adına ben ısrarla “hoşgörü” değil, “tahammül” diyorum…”

Karaman’a göre Müslüman (buradaki Müslüman tanımının bir siyasi tavır olduğunu da ekleyelim) zorunda değilse kendi kampından olmayanlarla -ki bu kişilere Karaman açıkça “öteki” demektedir- yaşamamalıdır. Velev ki beraber yaşamaya zorunda kalmışsa öteki kampın üyelerini hoş görmemelidir. Zorunda olduğu için “tahammül” etmelidir. Zira şartlar müdahaleye ve düzeltmeye (!) müsait değildir.

O halde şunu söylemek çok mu ileri gitmek olur? Siyasal İslamcılık, bir toplumsal/siyasal yelpazenin rengi değil, o yelpazeyi tümden yok etmeye programlanmış bir akımdır. Bunu Karaman örneğinde olduğu gibi bazen bilince taşır, bazense zaten ideolojinin yapısı gereği farkında olmadan yapar. Demek ki siyasal İslamcılık rekabet edilmesi gereken bir ideoloji değil, tümden arınılması gereken, toplumsal bir aradalığı çürüten bir hastalıktır.

Peki ne yapmalı? Kemal Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP’nin son derece tutarlı bir fikri var. O da şu; madem ki kamplaşma AKP’nin işine yaramaktadır, madem ki siyasal İslamcı kamp ülkenin seçimlerini belirleyen en büyük kamptır ve mevcut kampları tahkim ederek seçim başarısı göstermek imkansızdır, madem ki AKP, siyasal İslamcılar ile CHP arasındaki mesafeyi artırarak kamplaşmadan nemalanmaktadır, o halde biz bu taktiğe karşılık ideolojik tüm köşelerimizi yumuşatarak cevap verelim. Kamplaşmayı durduralım.

Ancak bu yapılsa dahi AKP’den CHP’ye oy akışı olmayacaktır, olmamaktadır da. Zaten Kılıçdaroğlu Modeli’nde amaçlananda AKP’den CHP’ye oy devşirmek değil, AKP’den “CHP’nin de içinde bulunduğu kampa” oy devşirmektir. “Dostlarımızla beraber iktidar olacağız” sözünden de bu anlaşılmaktadır.  Bu yaklaşım sayesinde CHP’nin beraber hareket ettiği veya edeceği “dost” siyasal İslamcılardan AKP tabanı korkmayacak ve gönül rahatlığıyla  -hadi adını koyalım- Babacan gibi bir adaya oy verebilecektir.  Buradaki taktik manevranın özü şudur; CHP tabanı sağa kaydırılır veya sağa ikna edilir, böylece hali hazırda oluşan merkezin “sağ yoğunluğu” artırılır, ve yine böylece en sağda duran AKP tabanından buraya oy geçişkenliği sağlanabilir. Bu planın ülke siyasetini soldan mahrum bırakacağı ve CHP tabanını rahatsız edeceği çok açıktır. Ancak bu manevranın savunucularının dayanağı şudur bellidir: “başka çare yok!”


Temel hatlarıyla proje bu. Kabul edelim, CHP’yi iktidara en çok yaklaştıran proje de Kılıçdaroğlu’nun projesidir. Zaten başkaca bir akılcı proje de bulunmuyor. Vardır diyenler de hayal satıyor, ajitasyon çekiyor.  Hele hele gelecek 1 yıl içinde bir erken seçim olacağı ihtimali de düşünülürse Kemal Bey’in 5-6 yıldır ilmek ilmek ördüğü bu projenin yerine yeni bir proje hayata geçirmek başarılı sonuç vermeyecektir. Yeni bir proje, kaynakların yeniden organizasyonuna, yeni bir lidere, yeni bir teşkilata ihtiyaç duyar ki bunların 1 yıl içinde kotarılarak seçimlere hazırlanılması mümkün değildir. Zaten CHP Kurultayı da Kılıçdaroğlu’nun mutlak hakimiyetiyle sonuçlanmış bulunmaktadır.  O halde ülkenin siyasal İslamcı kampının dışında kalan geniş kesimleri Kılıçdaroğlu Modeli’ne mahkumdur.

Kemal Bey’e dönük, zaman zaman öfkeye varan eleştirel tavır, toplumsallığın durgun değil dinamik bir olgu olması nedeniyle haklıdır.  Ancak bu öfkeli tavır maddi hayatı belirleyen rasyonel bir nüve barındırmadığı için geçicidir.  CHP dışında bir alternatif de ufukta henüz görünmemektedir. Müzik değişirse dans da değişir, ancak bu aralar çalan müzik bizi “Kılıçdaroğlu Modeli CHP” ile dansa davet etmektedir.  Bu dansa eşlik etmek faydalıdır.

Ancak memlekete hangi pencereden baktığınız ne gördüğünüzü de belirlemiyor mu? Şu zamana kadar ifade ettiğimiz pencereden hep siyasal kamplar göründü. Bu pencereden bakmaya devam edip, basit ve yüzeysel bir şekilde “Kılıçdaroğlu Modeli yanlıştır” demek ya art niyetlilik ya da aptallık olurdu.  

Ama kabul edilmesi gereken bir şey daha var ki o da şu; Kılıçdaroğlu Modeli sayesinde CHP, iktidar ortağı oluyor ama Erdoğan’sızbir siyasal İslamcı rejim köklerini daha derine salıyor. Böylece 1946’dan beri devam eden karşı devrim süreci tamamlanıyor. Bunu da “Türkiye’nin İkilemi” olarak adlandırabiliriz; Mutlak Karanlığa karşı Alacakaranlık Kuşağı…

O halde ne yapmalı? Dansa devam etmek şart, ancak şarkının sonuna gelindiği de ortada. Bugün artık Erdoğan gitse de kalsa da müzik değişecek, o halde ayak da değişecektir.  Sosyal muhafazakarlaşmanın boyutu düşünüldüğünde mevcut siyasal kampların göründüğü pencerenin kapatılması ve yepyeni bir pencere açılması icap etmektedir. Açalım…

Memleketin yüzde 65’i muhafazakar-milliyetçidir. Kılıçdaroğlu’nun manevrasının zorunluluğu da bu gerçeğe dayanıyor. Ancak muhafazakar-milliyetçilik ve dahi benzeri pek çok ideoloji, gündelik hayatın maddi gerçekliğiyle örtüşmez. İnsanlar biyolojik varlıklarını devam ettirmek ve bunun için para kazanmak zorundadır. Kiminin ertesi gün işe gitmesi elzem değildir, zaten sermaye sahibidir ve sahip olduklarını kiralayarak yaşar. Faiz, karpayı, kira vb gelirlerin sahibi olurlar.  Ancak geniş kesimler en temel yaşamsal varlıklarını sürdürebilmek için kiralayabildikleri bir sermayeden mahrumdur. Ertesi gün işe gitmeli, bunun için dinlenmeli, hastaysa tedavi olmalı, hatta erken yatmalıdır. Üzerine biraz düşünelim; bu iki “kamp” en az siyasal kamplar kadar farklı yaşamaktadır. Sermayeden mahrum olanlar akşamları kahve içmez (çünkü uyuyamazsa sabah işe gidemez), toplu taşımaya yakın oturur, aksi halde sabah yürümek zorundadır, ancak bu durumda fazladan kira ödeyecektir, kira ödememek için konut kredisi çeker ve yıllarca borç öder ve bilir ki işinden olursa biyolojik varlığını sürdüremeyecektir.**   Bugün dayatılan siyasal kamplardan çok daha gerçek değil mi?  İşte İslamcılar ve laikler yerine yaşamak için çalışmak zorunda olanlar ve olmayanların Türkiye’si. Emin olun yaşamak için çalışmak zorunda olanların ideolojisi de laikliktir. Çünkü laiklik işçinin alın teridir.

Memleketin yüzde 65’i muhafazakar-milliyetçidir de yüzde kaçının geliri ücrettir? Ülkede istihdam edilen 25 milyon 614 bin kişinin 17 milyon 809 bini gelir yaratacak bir sermaye sahibi olmadığı için emeğini başkasına kiralar ve karşılığında “ücret” geliri elde eder.***  Yani ücretlilerin toplumumuz içindeki oranı yüzde 70’tir. Siyasal kamplaşmada muhafazakar-milliyetçilerin ağırlığı ne ise sosyal sınıfsal kamplaşmada ücretlilerin ağırlığı ve hatta daha fazlası odur. Üstelik yüzde 70’lik bu oran Cumhuriyet Tarihinin kaydettiği en yüksek oran. Örneğin 1990’da çalışma hayatının yüzde 35’i ücretliyken, geri kalanı büyük ölçüde küçük esnaf, çiftçi veya asıl gelir sahibinin yanında ücretsiz çalışan aile işçilerinden oluşuyordu.

O halde çare, açıldığında ülkenin yüzde 65’ini muhafazakar-milliyetçi gösteren “siyasal kamplar penceresini,” müzik durduğunda kapatmak ve yüzde 70’inin emekçi göründüğü “sınıfsal kamplar penceresini” açmaktır.   CHP tabanı da, ideolojisi de bu pencereyi açmaya müsaittir. Aydınlanma mücadelesi sosyal sınıfların omuzlarında yükselmeyi bekliyor. Bu da basit birkaç seçim vaadi yerine emek cephesinden yana sistematik bir programı dayatıyor. Üstelik tüm dünyada Corbyn, Sanders, Ocazio Cortez, Syriza, Podemos gibi başarılı veya başarısız örnekler bu yönde bir arayış olduğunu da ortaya koymaktadır.  Bu sistematik programın neden ve nasıl kendini dayattığı ve içeriği ise bir başka yazıların konusu olarak ele alınacaktır. 

Ozan Gündoğdu

*Yazının tamamı için; https://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettinkaraman/tahammul-mu-ho-gormek-mi-28484

**Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi (DİSK-AR) henüz geçen ay “Salgının çalışma yaşamına etkileri” başlıklı bir rapor yayımladı. Üye işçilerle yapılan anketlerden çıkan sonuca göre çalışanların yüzde 63’ü “gelirim kesilirse 1 ay yaşayamam” diyor.Araştırmanın detayları için; https://www.birgun.net/haber/calisanlarin-gozunden-covid-19-depremi-307675

***İstihdam edilen 25 milyon 614 bin kişi geçen yılın aynı ayında 28 milyon 199 bindi. Detaylar için http://tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=33788

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.