Şov Devam Etmeli!

İsmi konmasa da yalnızca Türkiye’de değil diğer ülkelerde de uygulanan, korona virüse karşı sürü bağışıklığı stratejisinin hepimiz bir parçasıyız.

Sağlık açısından en doğru tercih bu mudur sorusunu halk sağlığı uzmanlarına bırakalım; neden çoğu ülkenin zamanla bu tercihe mahkûm olduğu üzerinde duralım. Sorumuz şu; teknolojinin çok daha az gelişmiş olduğu 1960’lı yıllarda bu salgına yakalansaydık, yine benzer tercihlere mi maruz kalırdık?

Tarih üzerine elbette ki ‘keşkelerle’ veya ‘amalarla’ yorum yapılmaz; ancak bu ilke farklı senaryoları gözden geçirme hakkımızın hiç olmadığı anlamına da gelmez. Bugünden başlayalım; dışarıdaki virüs tehdidine rağmen neden çalışmak zorundayız? Bireyler için bu sorunun cevabı belli, “paramız yok, gelire ihtiyacımız var!” Biraz daha netleştirelim; devletin bize verdiği ücretsiz izin ödeneği ve kısa çalışma ödeneği yetersiz; kaybımız büyük.  Çünkü kira sözleşmeleri salgınla birlikte değişmedi; elektrik su ve doğalgaz faturalarının ötelenmeleri hiçbir gün ödenecekleri gerçeğini değiştirmiyor.  Üstelik yarı asgari ücret bedeliyle bırakın 4 kişilik aileyi 1 kişiyi bile yoksulluktan çıkaramıyorsunuz. Bu durumun sonucu belli, “virüs bizi öldürebilir ancak yokluk bunu daha da önce başarabilir!”

Peki, neden? Çünkü zor günler için kullanılabilecek bir birikim yok, köyden göçle büyükşehirlere gelenlerin bu dayanışma ağı zamanla zayıfladı; üstelik şehirlerde herkes kendi ölçüsüne göre tüketim kültürünün bir parçası artık; çocuklar için kaliteli eğitime ulaşmaksa pahalı bir tercihe dönüşmüş. 2018’de başlayan krizle birlikte istihdam azalınca ve satın alma gücü düşünce; virüsün kendisi değil, virüsten ötürü çalışmamak daha korkutur olmuş.

Yeniden 1960’lı yıllara hem de bırakın Türkiye’yi, o dönemin en müreffeh ülkesi ABD’ye dönelim. Üstü açık arabalar, rengârenk kıyafetli partiler ve çok çocuklu mutlu Amerikan aileleri. Ötesi de var; SSCB ile ABD’nin kıyasıya giriştiği uzay yarışının sonunda Ay’a yolculuk ve tıpkı bugün olduğu gibi siyahların temel hak mücadeleleri. Sorumuzu ilk önce ABD için soralım; bu salgına 1960’lı yıllarda ABD’de yakalansaydık, sağlık tehlikesine rağmen yine iş başına hemen gönüllü bir şekilde dönmek zorunda kalır mıydık?

Muhtemelen kalmazdık, çünkü devlet vatandaşına bakardı, çünkü o dönemlerde devlet sermayeden ve zenginden vergisini toplardı. Bu sözler fazla popülist gelmiş olabilir, ancak hakikat tam da aşağıdaki görselde olduğu gibi.

Meğerse dünyanın en kapitalist ülkesi ABD’de gelir vergisinin en üst dilimi 1960 yılında %91’miş. Yani o dönemin 400 bin dolarını (bugünün 3,5 milyon doları) aşan gelirlerin %91’ini ABD’ye gelir vergisi ödemek zorundaymışsınız. Ücret veya kira, faiz ile temettüye bağlı olmaksızın sermaye gelirinin bedeli buymuş; hem de dünyanın en kapitalist ülkesinde. Uzay yarışını kazanarak teknolojideki üstünlüğünü kanıtlamış dünyanın en büyük ekonomisinde.  Esasında en yüksek oran bu da değil; tam %94 ancak 2. Dünya Savaşı günlerine denk geldiği için şaşırtıcı olmazdı.

Görüldüğü üzere, devletler borçlanma haricinde gelir elde edebildiğinde; daha doğrusu gelirleri adil bir şekilde vergilendirdiğinde korona virüs gibi kara günlerde vatandaşının dostu olma gücünü elde ediyor. Bu kadar yüksek orandaki gelir vergisi günümüz için ideal midir; girişimleri ve teknolojik gelişimi köstekler mi ayrı bir soru. Ancak bu sorunun da meraklısına Nobel İktisat Ödüllü Paul Diamond’un2 020’ler için %70 önerisini buraya iliştireyim. Bir de hatırlatmada bulunayım; Nobel Ödülü yalnızca kapitalist düzene inanan iktisatçılara verilir, tıpkı Diamond gibi.

Yüksek vergi denildiğinde akla ilk gelen teşebbüsleri caydırması ve sermayeyi dışarıya kaçırması oluyor. Soruyu tersten soralım; acaba verginin daha düşük olduğu neresi var ki yatırımlar hep oraya kaçmak istiyor? Cevap, vergi cennetleri!  Peki Cayman, Malta, Man, Jersey ve Virgin gibi birçoğu ada olan bu yerlerde kaçan paralarla kurulmuş fabrikalar ve ar-ge merkezleri var mı?  Hayır yok. Paraların bir tur oradan geçerek vergiden muaf hale gelmesi ve ardından hedefine yönelmesi yeterli. Öyleyse asıl soru şu olmalı, neden dünyada vergi rekabetçiliğini toplumlar aleyhine yaratan bu vergi cennetleri var?

Bu kısa ancak kritik vergi cennetleri faslını bırakıp ABD’den sonra Türkiye’deki duruma dönelim. Uzunca bir Türkiye iktisat tarihi izahına gerek yok; memleketimiz her zaman için yoksulluğun baki, devlet imkânlarının kısıtlı olduğu bir yerdi. Osmanlı’nın bıraktığı büyük yıkım ve borçlar ile eğitimsiz ve savaşlarda sarf edilmiş erkeksiz nesillerin ardından; büyük atılımlar yapılsa da hiçbir zaman muasır medeniyet düzeyine erişilemedi. Bahsettiğimiz 1960 yılının 2 yıl öncesinde, 1 dolar 2,80 TL’den 9 TL’ye çıkarak Cumhuriyet tarihinin en büyük devalüasyonu yaşanmış; 1 yıl sonrasındaise ülke tarihinin ilk IMF anlaşmasıimzalanmıştı.Yalnızca 1960 değil; 1939’dakinden 1992’dekine Erzincan depremlerinde devletin destekleyici rolünün olması gerekenin altında olduğunu; bu kadar zamanda ancak 2 ileri 1 gidilebildiğini görmüştük.

Yeniden günümüze ve Türkiye’ye dönelim. Devlet neden bize yardım edemiyor? Son 3 yıldır üst üste rekor bütçe açığı kırıldı.Ötesi bu esnada bedelli askerlik, imar barışı ve vergi geliri gibi tek seferlik gelirlerin de neredeyse hepsi denendi. Yetmedi uzun yılların ardından gümrük tarifeleri artırılmaya başlandı.Daha önce denenmemiş bir biçimde; Merkez Bankası yedek akçesi ve değerleme hesabındaki kardan genel bütçeye aktarım yapıldı. Özelleştirme furyasının ise sonuna gelinmiş, elde satılacak çok bir şey kalmadığında, kalana da hükumete güvensizlikten alıcı çıkmayınca;diğer ülkelerle swap görünümlü dış borç arama işine girişildi.

Ancak ne var ki devletin cebi delik olunca kasa nihayetinde hep boş kalıyor. Böyle bir mali durum içerisinde dahi sermaye gelirlerinin daha fazla vergilendirilmesi akla pek gelmedi. Lüks emlak için iyi düşünülmemiş servet vergileri denenip geri çekildi.Büyük ölçüde bankalar ve kamu iştiraklerince ödenen kurumlar vergisinde %2 kadar cüzi artışlar ile yetinildi. Hepsinden ötesi, gelirinden bağımsız herkesin sırtına aynı ölçüde yükün bindirildiği dolaylı vergilere,yani KDV, ÖTV ve MTV’yeiyice ağırlık verildi. Yetmediğinde iş insanlarından destek, bizlerden ise SMS ile 10 TL talep edildi.

Özetle, kötü yönetim paranın suyunu çekerken, varlıklı kesim değil; orta ve dar gelirli üzerinde vergi yükü artırılarak hataların bedeli ödetildi. Yeni bir vergi reformu pek konuşulmuyor; ismi geçtiğindeyse vergiyi ‘tabana’ yaymak gibi akla zarar önerilerle geliniyor. Sanıyorum bunun nedeni bizlerin daha da hakkaniyetsiz bir vergi sistemi endişesiyle mevcuda tamah edeceğimizi düşünmeleri.

ABD’ye geri dönelim, orada son durumlar ne? Kamu iştirakinin olmadığı ve sosyal devletin bedavacılık sayılıp vergi mükelleflerinin hakkının yenmesi olarak algılandığı bu ülkede; orta ve düşük gelirli tüm vatandaşlara ayda 1200 dolar ederinde nakit yardımı yapıldı. Bize göre oldukça cömert bir miktar gözükse ve neredeyse herkese ödenecek genişlikte uygulansa da 1960’lı yıların ABD’sinin hayat standartlarının çok gerisinde bir destekti bu. Nihayetinde ABD küresel sistemin merkezinde olan, neticesinde enflasyon ve devalüasyonlarla boğuşmadan para basabilen bir merkez bankasına sahip bir ülkeydi; Türkiye’den elbette ki daha fazlasını yapabilirdi. Ancak bu kadarını yapabildi ya da yapmayı tercih etti; çünkü dönemin ruhu ancak bu kadarına izin veriyor.

1960 yılında ABD’lilere bir anket yapsaydık; muhtemelen teknolojinin gelişimiyle ülkenin çok zenginleşeceğine ve bunun neticesinde haftada 40 saat değil, belki de 20 saat çalışarak refah ve güven içerisinde hayatlarını belirli bir düzeyde garantiye alarak yaşayacaklarını söyleyeceklerdi. Ancak hayaller California sahilleri ve Massachusetts üniversiteleriyken; gerçekler Detroit’te işsizlikten boşalmış harabe bir şehir ve Minneapolis’te polis terörü şeklinde gerçekleşti. Şüphesiz ABD hala dünyanın en zengin ülkesi ama müreffeh ülkesi kesinlikle değil.

Kapanışı olması gerektiği gibi Türkiye ile yapalım. 1960, 1980 veya 2000 yılı olsun hayaller neydi ve gerçekler ne oldu? Menderes’ten Özal’a ve ondan da günümüze gelen sürede; söylenen o ki Türkiye hep büyüdü, teknolojiyi yakaladı ve çağa ayak uydurdu. Bunlar aslında hayallerdi.  Anılan dönemlerde Brezilya, Endonezya ve Güney Afrika gibi ülkelerde de zaman içerisinde benzer gelişmeler yaşanmıştı.  Ya gerçekler? Rekor dış borç, rekor işsizlik ve yaklaşmakta olan rekor sefalet. Öyleyse en başa dönelim: sürü bağışıklığına mecbur muyuz? Maalesef evet, bu sistemin bize biçtiği değer bu,  şov devam etmeli!

Murat Kubilay

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.