Yüksekten Siyaset, Alçaktan Siyaset
Tarihe baktığımızda, siyasetin herzaman, geçmişten geleceğe taşıdığı bir değişim arzusunu taşıdığını görürüz. Bu bir siyasal oluşumun söylemde ve eylemde olmazsa olmazıdır nerdeyse. Değişim arzusunun hakiki bir değişime referans verdiği dönemlerde, günlük yaşamın, hukuksal ve yönetsel düzenlemelerden sivil oluşumlara dek uzanan geniş bir aralıkta insanlar günlük yapıp etmelerine bir düzenleyici rolü biçerler siyasete. Siyasal yaklaşım, bir söylemler ve kendi içinde tutarlı olmak durumunda olan eylemler silsilesi ile değişim arzusu ve isteği ile, değişmemek adına korku ve kaygıları taşıyan, yaşanandan daha kötüsü olacak beklentisinin uyardığı korku adına bir gerilimi karşılıklı olarak yaşamak zorundadır.
Oysa siyaset yaşananın şeylerin toplamı, bizzat kendisidir. İstek, değişim ve idealler kadar konjonktür içinde ve üzerinde de değer silsilesini kaybetmeden yönetebilmeyi ya da var olmayı gerektirir. Var olmak yönetmekten değerlidir böyle anlarda. Yönetmek bir ayrıcalık talebinde bulunmaktır ki, özellikle tek taraflı bir talep olduğunda haklı ve hukuksal bir mesnede ve gerekçeye dayanmazsa kadük kalır, siyasal anlamda karşılığı da olmaz; buna yeniden döneceğim. Ama şunun hakkını teslim edelim: Siyasal iddia bir haksızlık ve eşitsizlik üzerinden temellenirse ancak, duygular ikliminde yer bulup sürekliliğini kazanmak zorunda kalır, veya onu ister. Toplumun duygularına, korkularına ya da yarının bugünden iyi olacağına dair beklenti ve umutlarına hitap edebilmenin tek yolu, kendisinin diğerinden daha iyi olacağına dair bir soyut zannın peşinden kitleleri sürükleme talebi değildir. Benjamin’den ödünç alarak söylersek; tarihsel baskıyı en çok hisseden ve geriye doğru itilen şey bir sonraki dönemin motor gücü olur. En çok baskılanan şey asla kapanmaz, suyun dipten aktığı yere yapılan her müdahale, her betonlaşma tam da oradan nemlenip yumuşayacak ve oradan açılacak bir çatlağı hazırlar yeniden.
Başka bir deyişle siyaset isteği, veya siyaset yapma arzusu, nötr bir iyileştirme talebi değil, sistemden uzaklaşan, mahrum edilenin, ezilenin veya siyasal anlamda ya da kültürel anlamda bastırılmış olanın hak veya özgürlük, adalet veya hakkaniyet arayışından filizlenecektir. Bugün birçok kurum, oluşum ya da bireyin ortada durmalarına, bir siyasal karşı çıkış ve üslup geliştirmemelerinde esasında şaşılacak bir şey yoktur. Bunun nedeni çıkarlarını gözetmek ya da pragmatik anlayıştan çok, adaletsizlik ve haksızlığın oluşumuna olan doğal teşneliğin yarattığı duygu durumu ve korkudan kaynaklanmaktadır. Ya da duygusuzluk ve apati hali, biri diğerine kolayca yer değiştiren patolojik hallerdir bunlar. Burada birilerinin haksız servetine karşı bir diğerinin aleyhine gelişecek adaletsizlik halinin bir duygu olarak yerleşmemesinden kaynaklanan bir siyasal isteksizlik sırıtmaktadır, oysa. Bu hem ekonomik elit için hem de siyasal elit için de söz konusudur, cılız kampanyalar, isteksiz umut mırıldanmaları, duyguları olamayn değişim çağrılarının en büyük nedeni budur.
Sıkıntının özü korkunun ve duygunun da birikme ve toplanma halidir, sanıldığının tersine siyaset bir duygular alanıdır, toplumsallaşmış duyguların itilişiyle başlar, gelişir ve güçlenir, duygu ve korkudan, -umuttan ve coşkudan kaçınarak toplum egzersizi yapmanın yeri değildir, siyaset. Haksızlık edilen kesimlere karşı ne kayrılmış ne de haksızlık edilmiş kesimlerin tepkisi bir siyasal ve söyleme ulaşmaz, Baskılanmayan kesimler bir sonrası için aydınlık bir ufkun parametresini çizemiyor, toplanmayı ve örgütlenmeyi de yapamaz olur, zaten.
Bir zamanlar, o dönemin egemen medyası tarafından çaresizlikten öne çıkarılmış ve siyaset yaptığı zannedilen TÜSİAD’ın son günlerdeki açıklamasına bakınız mesela. Burada sınıfsal ortaklığın yanı sıra, haksız yere elde edinilen servetlere karşı bir ilgisizlik ve korku halinin tercümesini göreceksiniz. CHP Genel Sekreteri Böke’nin aslında kurumsal olarak işlense müthiş bir duygudaşlık hakikatine doğru gidebilecek bir siyaset imkanını ve pratiğini önceleyecek ve çalışılması gereken sözlerinin muhalif katmanlarda neden karşılık bulmadığı da en azından bir o kadar gizemli görünmektedir. Burada, TÜSİAD benzeri duygusuzluk ve hakikate dokunmama halinin bir benzeri olduğu ise kuşku götürmez bir gerçektir.
Dünyada ve özellikle ülkemizde, otoriter popülist sağ iktidarların giderek kendinden vazgeçilmezlik üzerine baskıladığı bir siyaset etme ortamında, ifade özgürlüğü kısıtlanmakta, medyanın içinin boşaltılarak, daha çok bir yönetme tarzının halka ilişkilerpratiği olarak kurgulandığı bu günlerde, sosyal medyanında bir hınç, duygu korku ve öfke alanı olarak karşıt uçları kesercesine hızlı bir tahribatla duyguları siyaset etme adına göreve çağırması siyaset hattının üzerini belirleyen bir unsurdur.
Bu hattın ideal çalıştırılma anı diye bir siyaset talebi de elbette yoktur, bu hat yaşamın ve siyasetin belirlendiği pürüzlü bir hattır. Önemli olan pürüzlü bir hat üzerinde meseleleri ve mesafeleri almak ve kendi varoluş gerekçesinden, siyasi değer paradigmasından kopmadan, konjonktürü okumaktır, konjonktür okumayan her siyasi üslup duygular dışı ve ya duygular üstüdür ve yaşama şansı ancak dar gruplar üzerinde olacaktır. Kitlelerin kendi duygularını arama ve bulma isteği konusunda, siyaseten son derece meşru ve haklı talepleri olmaktadır, olmalıdır da. Ancak genelde var olan popülist hava ve baskıcı iktidar sayesindedir ki, bu tutku ve duyguların yerine ikame edilmek üzere hayli zamandır, umutla dolu bir müşterek gelecek değil de, geçmişteki travmalara ya da aşırı yüceltimlerle dolu (ikisi de farketmez, biri diğerini önceler her zaman) bir korku ve toplumsal hınç hali üzerinden siyaset edilmektedir.
Muhalif siyasetin kendi duygu politikalarını üretmeden, kendi siyasal ve tarihsel referanslarını duygularla ortaya koymadan, sembolik çıkışlarla yeni bir duygusal alan üzerinde siyaset inşa etmeden iktidarı devralma ve toplumu değiştirme şansı azalmaktadır. Bu yoğunlaştırılmış, duygu atmosferi ve üretilmiş hınçla baş etmeden kendi anlatısını kurma şansı da azalmaktadır. Bu hınca karşı, bu ülkenin kaynakları çok, “ülkemiz aslında kaynakça çok zengin, iyi yönetişimi hayat geçirince her türlü sorunu ortadan kaldırırız” veya “liyakati sağlarsak bize dünyadan kaynaklar yağar, biz de aynı şekilde kalkınırız” türünden çarelere hem yurttaşların karnı tok, hem de işlerin böyle çözülemeyeceğini herkes biliyor. Üstelik bunlar duygusal karşılıkları olmayan ifadeler. Bunlar siyasal anlamda karşılıkları olmadığı gibi, hiç bir müşterek duygulanım sağlamıyorlar. Peşlerinden gidilecek, toplumsallaşacak sloganlar da değil üstelik. Bunların halk nezdinde karşılıkları olmadığı, en azından son yirmi yıldır görgül( ampirik)olarak da kanıtlanmış durumda. Bu anlayışlar eşitlik ilkesine doğrudan aykırı olduğundan zaten kitleselleşme imkanı bulamayacak, sloganlar. Özellikle Sol’un önünde, Sağ’ın kullandığı gibi devlet bekası ya da milli şuur gibi genelleşebilen ve kitlesel duygulara hitap eden kavramlar olmadığı için, özgürlük, adalet ve eşitlik gibi kendi geleneksel tahayyülleri üzerinde bir duygusal çalışma yapılması çok değerli. Bunlar söylenmediği zaman da ortada şu meşhur yerleşik ama bir o kadar da insanları tembelliğe iten halkın yüzde yetmiş beşinin muhafazakâr olduğu algısı ile başbaşa kalınıyor.
Bir benzer örneği de parlamenter sisteme dönüş gibi bir çağrının içerik kazandırmadan tartışılmasında görüyoruz. Bunu teknik bir tartışma derecesine indirmek de siyaset dışı bir söylem aslında. Kaybolan özgürlükleri, ifadenin serbest dolaşımı halkın karar alma süreçlerine daha fala katılımına dair bir program ve yol haritası çizilmeden, inandırıcı ve ikna edici bir şeffaflık ve katılımcılık ısrarla önerilmeden parlamenter sisteme dönüş çağrısı eksik ve içeriksizdir. Yaşanan onca tahribattan sonra sistemin şimdi kaybetmiş bulunan -eski sahipleri adına cılız bir restorasyon anlamına gelecek, karşılığı olamayan bir siyasal çağrıdır.
Siyaset, altı yıl sonra o günlerin kargaşalarında ortaya çıkmış hadiselerden ötürü bugün parlamentoda temsil edilen, demokrasimizin üçüncü partisinin o dönemki yöneticilerinin göz altına alınmasına dair iki çift kelam etme, karşı çıkma alternatif ve sağlıklı bir hukuk düzeni isteme sanatıdır da. Her siyasal oluşum bunu kendi hakikati ve devamlılığı adına istemek zorundadır. Toplumun kutuplaşması bir kutuba itelenirim diye susanlar tarafından pekiştirilmektedir, bu unutulmasın.
Karşıtlıkların bir karşılığı vardır ama, hiç yokmuş gibi yapmanın hiçbir yerde hiçbir şekilde hiçbir karşılığı yoktur.
Öte yandan kamulaştırmayı yeniden konuşan dilin önünün açılması gerekir.
Pandemi süreci ile eğitimde ve çalışma hayatında, dolayısıyla gelirlerde, erişimde ve edinimde eşitsizlikler katlanılamaz noktada. Bunlara karşı doğrudan ve somut öneriler getirmenin önü açılmalı.
Sağlıklı ve dengelenmiş bir öfkeye bizim de ihtiyacımız var. Yoksa geleceği oluşturacak gücü kendimizde bulamayız.
Siyaset en dipte olanın ayağa kalkması, en çok horlananın kendine ait bir dil bulmaya başlaması ile, kendi duygularının hakikatine kavuşacaktır. Bunun için ayrımcı ve şeffaf olmayan her türlü modelin süratle terk edilmesi gerekiyor. Göreceksiniz.
Yaşayıp göreceğiz, gelecekte de bu dönemin en önemli farkı bu olacak, bu eşiği aşan topluma gerçek bir umudu verebilecek noktaya gelecektir.
İskender Özturanlı
Toplumcu Düşünce-Genel Yayın Yönetmeni