Sınıf Seçer Virüs: Korona

Korona virüs salgını günlerinde birçoğumuz hayatı gönüllü veya gönülsüz yavaşlatmayı bir nebze başardı; ancak ekonomi ve siyaset gündemi hızlı temposuna devam etti.

Bu nedenle ilk günleri hatırlayamıyoruz ve şu ana nasıl geldiğimizi çözümleyemiyoruz. Kısa bir hatırlatmayla başlayalım.

Virüs Aralık 2019’da Çin’de ortaya çıksa da dünya gündemine taşınması Ocak 2020 sonlarında gerçekleşti. Şubat sonlarında ise küresel piyasalar karıştı; bunun Türkiye’de olumlu etkisini akaryakıt fiyatlarında; daha büyük olumsuz etkisini ise dolar kurunda gördük. Mart ayını ise hatırlamak görece kolay; Sağlık Bakanı sahneye çıktı ve önce ilk vakayı, ardından ilk can kaybını duyurarak; ‘bugün kaç vaka ve vefat var’ günlük arama rutinimizi başlattı. Sonrasında sırasıyla Çin, Batı Avrupa, Türkiye ve ABD’de en kötü günleri görerek; tam zamanlaması ülkeden ülkeye değişmekle birlikte Mayısta normalleşmeyi konuşmaya başladık.

Kalıcı bir tedavi yöntemi bulunana kadar, zor olsa da belirli alışkanlıklarımızı değiştirerek yeni-normale geçişin gerçekleşeceğini biliyoruz. Bundan sonra olacakları, yetki sahibi, güç olan devletin normalleşmeye nereden başlamak istediğini analiz ederek görebiliriz. YKS, TFF ve AVM.  Hükumetin normale dönüş adımlarının temeli bu 3 kısaltmayla özetlenebilir.

Sembolik olarak çatışmanın unsurları şeklinde kullanılan okullar ve camilerin açılmayacağını (ki uzmanlara göre bu doğru bir tercih) fakat AVM’lerin ilk aşamada hemen açılacağını öğrendik. Elzem olmayan bu tercihin ardında rekor düzeyde işsizlik ve özellikle son 5 yılda inşa edilen AVM’lerin döviz cinsi taksitlerinin hala devam etmesi yatıyor. TFF, futbol süper ligini seyircisiz de olsa başlatmak istiyor; çünkü hem kulüpler, hem de yayıncı kuruluşun devasa boyutlarda döviz cinsi borcu var. Basketbol ve Voleybol Federasyonları ise ligleri iptal etti; ne de olsa oradaki söz konusu para ihmal edilebilir boyutta.  Ertelenmiş YKS’nin yeniden öne alınması ise hedefi en açık şekilde gösteren tercih. Gecikmeli sınava uyum sağlamak daha kolay ve olağanüstü koşullardan ötürü anlaşılabilir; fakat ertelenmiş sınavı neredeyse 1 ay kala yeniden öne çekmek bambaşka bir karar.  Peki neden?  2019’da yaklaşık 30 milyar dolar turizm geliri elde ettiğimiz konaklama sektörü bu yıl yabancı turistlerin gözdesi olamayacak; hem de TL’deki değer kaybı sonrası sektördeki fyatların iyice ucuzlamasına rağmen. Öyleyse boğazına kadar borçlu turizm sektörünü ayakta tutmak için yerli turiste ihtiyaç var.  2016’da terörün hortlamasının ardından sektörün nasıl krize girdiğini hatırlayalım.

Özetle, kararların alınma önceliğinde halk sağlığı değil, ülke ekonomisi var.  Salgın sürecinde oluşturulmuş Bilim Kurulu’nun üyeleri de bu önermeyi açıkça ifade ediyorlar. Peki neden böyle?  Çünkü Türkiye ekonomisi 2011’den beri dinamizmini kaybetmiş durumda.  Mayıs 2013’ten beri siyasi tansiyon çok yüksek ve seçimler nedeniyleekonominin hükumetin beka meselesi olduğunu son yerel seçimlerde gördük.

Gelelim bu ortamda hükumetin icraatlarına.  En nihayetinde dünyadaki birçok ülkeyle birlikte Türkiye de, onlar kadar olmasa bile kulağa ilk duyduğumuzda yankı uyandıracak büyüklükte bir mali paket açıkladı, 200 milyar TL. Almanya başta olmak üzere birçok ülkenin uyguladığı KGF (kredi garanti fonu) sistemine destek; emekli maaşlarına ek ödeme, en yoksul kesime doğrudan gelir katkısı şüphesiz yerinde. Ancak ötesi de var.  

Gelir desteği alacak ailelerin nasıl belirlendiğine ilişkin bir bilgi yok; kaymakamlık gibi çalışan AKP ilçe teşkilatlarından verilen işe alım listelerine benzeyebilir ki, bu da ‘senin yoksulun benim yoksulum’ ayrımı anlamına gelir.  Nasıl mı? Çünkü aynı pakette destek alamayanlar için kamu bankalarından ihtiyaç kredisi çekmeyi kolaylaştırmak da var. Yani destek alamadıysanız, kendinizi biraz daha borçlandırmanızın önü açılıyor.  Yoksul olmanız yetmiyor; mütevazı yardım için o listeye de girmeniz gerekiyor; hükumetin ise bu alandaki tarafsızlık sicili oldukça lekeli.

Bir diğer madde ise ücretsiz izin için verilen asgari ücretin yarısı düzeyindeki gelir. Buna bir grup ‘yan gelip yatarak elde edilen para’ olarak baksa da; ayda 1.177TL ile önceki aylarda sabitlenmiş kiraların ve faturaların ödenemeyeceği, yüksek gıda enflasyonuyla mücadele edilemeyeceği; yani evde keyifle yatılamayacağı aşikâr.  Ötesi, kararlaştırılan bu gelir ülkedeki ortalama ücretlerinasgari ücret düzeyine yakınsamasını biraz daha meşrulaştırıyor. Bu noktada kısa çalışma ödeneğine (KÇÖ) de değinmek gerek.  Kıdem, teknik düzey, yaratıcılık, idarecilik gibi nedenlerle ortalamanın hayli üstünde ücret kazanması gereken birçok kişi; KÇÖ ödeme üst sınırı ile ciddi gelir kaybı yaşıyor. Sakın ola orta-üst gelir grubu için‘bize ne,onların hali yerinde’ demeyin; bu grup olmadıkça kurtuluş yolu olarak gösterilen katma değerli üretim düzeyine ulaşmamızın imkânı yok. Yani ucuz iş gücüyle vardığımız noktayı biraz daha yukarı taşıyabilmek için bu grubu ezdirmemek gerek.

Hükumet politikalarıyla devam edelim. Finansal istikrarsızlık pahasına büyüme yanlısı politikalar neticesinde; Temmuz 2019’dan beri Merkez Bankası’nın parasal genişleme ve kamu bankalarının ise kredi teşviki yaptığını biliyoruz.  Bunun sonucu Ocak ayından Mayıs ayına kadar olan 4 aylık kısa sürede; dolar kurunun 5,90’dan 7,20’ye çıkması. Az miktarda tasarrufu olan orta ve düşük gelir grubu ilk bakışta sevinçli; ekonomi yönetimine güvenmedikleri için dövizde tuttukları mevduattan kazandılar ve bunun gururunu hissettiler. Ancak mesele şu ki iş garantileri yoksa pek de fazla sevinmemeliler.

Henüz Koronavirüs salgınının Türkiye’yi vurmadığı dönemlerde dahi Türkiye’de özel sektör istihdamının düzeyi 2015 yılı ile aynı. Yani 5 yılda 5 milyon yeni nüfus ve 4 milyon çalışabilir insana özel sektör iş bulamamış. Salgınla birlikte bunun daha da kötüleşeceğini biliyoruz; öyleyse iş garantiniz düşükse, yeni mezun olacaksanız veya çocuklarınızın iş arıyorsa burada duvara tosluyorsunuz. Tabii iş garantisi olanlar için de her şey kusursuz değil; nasıl geçen yılbaşındaki ücret zammını enflasyona kaybettiyseniz, 2021 yılı maaş zamlarında da tarihin tekerrür ettiğini göreceksiniz.  Özetle, finansal çalkantı Türkiye’de reel sektörü zayıflatır ve yatırımları buharlaştırırken; bunun bedelini en çok çalışan veya çalışmak isteyenler ödeyecek. Yüksek gelir grubu ise devasa büyüklükteki döviz hesapları ve yurt dışındaki lüks konutlarıyla kendini korumayı başaracak.

Biraz da devletin tercihlerine değil de acz içine düşüşünden bahsedelim.  Bilgi şeffaflığının sınırlı olduğu Çin’deki durumu bilemiyoruz ancak gelişmiş Batı ülkelerinin gecikmeli kararlar ve zayıf sağlık sistemleriyle nasıl büyük sıkıntılar yaşadıklarını biliyoruz. Ya Türkiye? Enteresan bir şekilde hem vaka oranları hem de can kaybı eş anlı düşmüş görünüyor ki diğer ülkelerde gözlemlenmeyen ve akla pek yatmayan bu olay, açıklanan iyimser verilere gölge düşürüyor.

Ancak üstüne net konuşamayacağımız bu konu yerine, hepimizin rahatlıkla gözlemlediği maske dağıtımı olayına değinmekte fayda var. Milyonlarca maskemiz vardı ve ücretsiz verilecekti;karmaşaya gerek yoktu,evlerimize kadar teslim edilecekti;toplu taşımaya maskesiz binilemezdi,  ama belediyeler dağıtırsa paralel yapı olurdu; maskelerin fazlasını yurt dışındaki ülkelere göndermiştik,fakat çok az kişiye gerçekten maske gelmişti; ulaşan maskelerinse standartlara uygun olduğu söylenmişti, ama nedense kimi ülkelerceiade edilmişti. Aslında bu kadar uzun cümlelere gerek yok; sokağa çıkma yasağının ilk açıklanma şekli ve ardından yaşananlar; devletin yönetim kabiliyeti açısından nasıl bir acz içinde olduğunu göstermeye yetiyor.

Şunu net bir şekilde görüyoruz; kötü yönetim bir derece mevcut hükumetin Türkiye’deki kurumsallaşmayı zayıflatması sonucu olsa da ekonominin acil bir şekilde açılması Türkiye’ye özel değil; dünyanın bir uzantısı olmamızın sonucu.  Çünkü içinde bulunduğumuz kapitalist sistem; vatandaşlara huzur vermiyor, sürekli onları güvencesizlik neticesinde çalışmaya itiyor. ABD’de karantinanın bir an önce kalkması için yapılan gösteriler bir sonuç; çünkü insanlar güvencesiz ve birikimleri yok; oyuna devam etmek zorundalar.   Hâlbuki son 40 yıldaki muazzam teknolojik gelişmeler sonucu dünyanın zenginleşmesini ve bunun adil bir şekilde dağıtılarak hepimizin daha garantili işlerde, daha iyi koşullarda ve daha kısa süre çalışarak temel gereksinimlerimizi karşılayabilmemizi beklerdik, değil mi?

Ama öyle olmadı çünkü içinde bulunduğumuz sistemde bize düşen o refahı yaşama rolü değil. Bunun için finansal serbestleşme ile küreyi rahatça dolaşabilen, patent haklarıyla uzunca yıllar düzenli kar sağlayabilen, birleşmelerle rekabetin yalnızca birkaç şirkete düştüğü sektörlerde kartelin tadını çıkaran şirketlerin mülkiyetine ortak olmak gerek. Aksi takdirde hayatta kalabilmeniz için şov devam etmeli; salgın ne kadar güçlü olursa olsun ekonomi denen dişli çark insanları öğüte öğüte yolunda ilerlemeli.  Öyle de olacak; Batı’daki hükumetler bile örtülü sürü bağışıklığı uyguladıklarını vatandaşlarınasöyleyemiyorlar.  Hatta kimi zaman Tesla örneğinde olduğu gibi karantina süresinin sonu bile beklenmeden; patronlar çalışanlarını işbaşına zorla getirecekler. Diğer taraftan uzun süreli tedaviler ve zaman zaman can kayıpları devam edecek; özellikle yaşlılar ve aileleriyle birlikte yaşayan gençler için hayat hiç kolay olmayacak.

Eş zamanlı küçük bir grup ise ‘sakin ol champ, evdeyim’ tadında; ultra özel alanlarında günlük rutinlerine yüksek sağlık önlemleri altında devam edebilecek.  Batı’da iş ve turistik amaçlı en çok seyahat edenlerde ilk olarak görülmesi sonucu eşitlikçi sanılan virüsün; zayıflara saldırmanın dayanılmaz hazzıyla çalışan sınıflara hücumuna tanık olacağız. En kötüsü ise şu; gelişmiş ülkelerin ardından, gelişmekte olan ve geri kalmış dünya da Korona virüsüyle acı bir şekilde tanışacak.

Mustafa Murat Kubilay

2 Comments

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.