“Özgürleştirici siyaset her zaman, tam da durumun içerisinden bakıldığında imkânsız olduğu iddia edilen şeyi mümkün göstermekten ibarettir.”
Alain Badiou
Türkiye’de siyaset, nicedir iktidarın ve hakim deyişle “tek adam rejiminin” artık eskidiği, yolsuzluk, yıpranmışlık içinde, haksızlıktan, hukuksuzluktan toplumun bıkıp usandığı, ekonominin giderek şiddetli bir biçimde bozulduğu ve ülkeyi yönetmenin, yakın zamanda imkansız hale geleceği, dahası, halkın bu kriz günlerinde Covid nedeniyle artan yoksullaşması ve eşitsizliğin artan ivmesiyle, tarihsel akışın kendiliğinden varacağı bir uyanış anına doğru evrilerek, sanki kendiliğinden ve zahmetsizce bu iktidarın gideceğine dair bir bahse indirgenmiş durumda.
Bu yazının öncelikli amacı; bu bahsin, siyasal alandaki uyanışın ve COVID 19 içinde ve sonrasında var olan sıkıntıları aşma adına bir siyasal hamleye dönüştürülemediği takdirde, muhalif siyasetin, ya da demokratik bir siyaset talep eden geniş bir ağadına, bazı riskleri beraberinde taşıyacağını tartışmaktır. Siyasal ve toplumsal muhalefet, kendisine çizmek zorunda kalacağı siyasal söylemi ile; mevcut iktidarın, özellikle 2018 Başkanlık sistemi ile gizleyemez hale geldiği, devletin ve sistemin varlığı üzerindeki keskin açmazının polemik olarak muhatabı olmaktan ziyade, yaklaşan müthiş yoksulluğun, eşitsizliğin, hiyerarşik ve bürokratik ayrımcılığın ve sınıfsal ayrımın salgın günlerinde, yoğun bir şekilde hissettiğimiz bu tablodan, net sınırlar üzerinde yeni bir vaat ve program bileşkesi, çağrısı ve arzusu üretmek zorundadır. Bu aynı zamanda hem 18 yıllık bıkkınlığın, haklı ve tekil itirazların temsil kademesinde karşılık bulamamasının getirdiği atalete ve siyasal “apati”ye teslim olmamak, hem de bu değişmezliğin getirdiği edinilmiş çaresizliği gidermek adına yegâne yol olacaktır.
Bu derin Pandemi ve karantina günleri, korunma, yoksullaşma ve sistemin kendini sıfırlayıp yeniden kurgulamak üzere olduğu bu “moment;” eşitlikçi, müşterek, sosyal adalete bağlı bir dağılımın ve yeniden dağılımın, vatandaşına doğrudan destek olmakla mükellef bir devletin inşasını talep etmek adına bir dönüşüm ve vaat an’ıdır, aslında. Tam da piyasalaşmış, içi boşaltılmış her türlü kamusal düzeneğin ve aktörün, eşit, adil bir kamusal alan üzerinde yeniden ve nasıl oluşacağının çağrısı bu yeni siyasetin müstahkem mevkisi olmak durumundadır. Ardışık bir şekilde yaşamak zorunda kalacağımız, ekonomik, sosyal ve insani kriz günlerinde, zaten temelden kamusal, eşitlikçi ve adil bir yaşam adına talepte bulunmaya alışık bir siyasetin haklılığı, sorunlara cevap verebilme kapasitesinin, değişime ve dönüşüme talip olması adına özgüvenin en çok yükselmek zorunda olması gereken zamandır. Bu anlamda günümüzün tartışması, “sen gidiyorsun” veya “sen neden gitmelisin” üzerindeki ısrarlı vurguların artık, “ben gelmeliyim, ben neden gelmeliyim?” üzerinde şekillenmesi gerekliliğidir.
Kutuplaşma mı?
Öncelikle, Kutuplaşma tarifi tek taraflı bir baskılanma süreci olduğu için tanımlama olarak sorunludur. Şöyle ki, en azından karşılıklı olarak hem kutuplaşmaya karşı olup hem de bu terimi kullanıyorsanız, doğrudan iktidarın hegemonyasını zımnen kabul ediyorsunuz, ama karşı bir hegemonya geliştiremiyorsunuz demektir. Diyeceksiniz ki, olabilir. Olmamalı.
Doğrusu, 18 yıllık giderek ağırlaşan bir baskı modeliyle artık ülkeyi yönetemiyor olan iktidarın, yönetmek için kendisi adına, iktidarda kalmak adına her türlü sıkıntılı durumu bizzat ürettiği; her türlü adil oyunun dışına çıkarak bütün araçları kullandığı, her yaşanan gelişmeyi geriye doğru toplumun duygusal belleğine ve buradan kurguladığı yapay gelecek akdine bağlıyor olması gerçeğidir. Tarihsel anlamda gericiliğin ağır retoriğini her seferinde tazeleyerek, canlı, toplumun iletişim sistemlerine doğru sonsuz sayıda araç kullanılarak akıtılan süre kazanımıdır bu. Tıpkı SWAP ya da benzer finansal atraksiyonlarla sürdürülen ekonomi yönetiminde olduğu gibi. Bu bir şartla doğrudur; iktidar süre kazanmak için süre kazanmaktadır ve böyle yaparak finalini ertelemek yerine bunu neredeyse bir yaşam biçimi haline getirmiştir. Süreyi az sonra yıkılacağı için kazandığını zannedersek bir rehavete gireriz ve hazırlıklarımızı doğru yapamayız. Birincisi budur.
İkincisi, Cumhur ittifakının aktörlerinin, bu ideolojik, hukuksal ve kültürel hegemonyaaltında, COVID salgınında dahi, otokrat-neoliberal gerekçelerinin zafiyete uğradıklarını gizledikleri, örttükleri gerçeğidir. Bu, insanların hayatta kalma, yoksullaşma, sınıfsal ayrımlarla riskli alanlarda çalışmak zorunda bırakılmalarına, buna rağmen ücret ve gelirlerinde hiçbir iyileştirme olmadan daha da zor koşullarda çalışmalarına oralı bile olmamak şeklinde tezahür ederken, bir yandan da aynı aktörlerinin siyaseti COVID öncesi bir polemikler alanına yeniden ve ısrarla getirme isteklerini çözmemiz gerekiyor. İki aydır yaşanan bu ağır durumun daha büyük hedeflerin gölgesinde kalan ikincil bir tartışmaymış gibi konulması hem Erdoğan’da, hem Bahçeli’de çok net ve açıktır. Bu anlamda hem halkı hem de kendi siyasal tabanlarını konsolide etmek adına, bir önceki tartışmaları yeniden hatırlatarak, sürekli canlı tutarak, siyasal pozisyonlarını güçlendirmekten başka da çıkar yolları kalmamıştır. Son zamanlarda kamuoyunu meşgul eden, seçim hazırlıkları tartışmasının, toplumun üzerine çöken, klasik siyasetten yorgunluğun giderilmesi, eski argümanları yeniden öne sürerek bir de seçim hazırlığı gizemiyle çekici kılmak, olsa da olmasa da erken bir seçim tartışması yaratmak, bu tartışmadan siyasal anlamda beslenmek de bu çabanın içindedir. Tam da bu yüzden, bu referansı kabullenmemek tartışmayı ileri doğru çekmek ayrıca önemli olacaktır.
Keza, iktidar; salgında çöken piyasalaşmış sağlık, niteliksiz ve pahalı eğitim, asla yatırım yapılmamış bilimsel düşünce ve “bilimsizlik,” özel okullar ve özel hastane sisteminin iflasını, büyük bir çöküntüye doğru gittiğini görmezden geldiği şehir hastanelerini, otoyollara döviz garantili geçiş garantilerini ve bunların sorgulanmamasını, bu kadar yüksek kurlarla halkın doğrudan alım gücünün düşmesini, halka doğrudan hiçbir destek verilmemesini, hala kendi yarattığı müteahhit sınıfına ve büyük şirketlere verilen desteklerin hiçbirinin ne vatandaşa, ne işsiz kalan sınıfa, ne ücretlilere ne gençlere, esnafa veya küçük işletmecilere verilmemesini de örtmek zorundadır…
İmamoğlu başta, CHP’nin kazandığı bütün metropoliten belediyelere topyekûn saldırı ve sürekli değersizleştirme, millet ittifakını oluşturan bütün bileşenlerinin doğrudan veya ayrı ayrı üstüne oynama, bölme ya da suçlama pratiklerinin tamamı, hatta sürekli bir erken seçim konsolidasyonu ve tartışması ile olduğundan fazla bir iddia içinde olduğunu vehmetmek, tamamen salgın öncesi koşullara geri dönmek, siyasal mücadeleyi burada karşılamak çabaları iktidarın en çaresiz hamlesi olarak görülmelidir.
İşte tam da bu yüzden Cumhur ittifakı ve bu ittifakın öncü-sözcüsü Bahçeli, artık devletin bekasından çok Cumhur ittifakının daha da güçlenmesi, başkanlık sisteminden taviz verilmemesi ve ortaya bir anda atılan yeni bir darbe beklentisi ve ihtimali ile korku politikasını sürekli canlı tutmak için sürekli bir gel-git dinamiğini ayakta tutarak seçim çalışması yapmaya başlamış, seçim yasaları ve ittifak önleyici gayretleriyle, muhalefete ama özellikle CHP ve İyi Parti’ye doğrudan yüklenme işini üstüne alarak, bir sonraki hamleyi sürekli savuşturan bir siyasal profil çizmeye başlamıştır. Sürekli bir seçim olacakmış havası bu hegemonyanın yeniden tesis edilmesi için olmazsa olmazdır, dahası, COVID bunalımından sıyrılmanın neredeyse anahtarı durumundadır. Seçimin olup olmamasından bile daha önemlidir bugün.
Bunun en bariz örneği Cumhur İttifakı’nın, özellikle kendine yeniden bir güç vehmetme işini doğrudan dinsel gerekçelere, CHP’nin bizzat varlığına dayandırarak siyaseti yeniden ısıtması, tırmandırması, Erdoğan’ın bayram sonrası kendi kadroları ile kavuşacakları sinyalini vererek, partisini salgın ve karantina ataletinden sıyrılmaya doğru şimdiden yönlendirmesidir. Ancak çok sıkıntılı bir konu olan ödemeler dengesi risklerine, dövizin sürekli tırmanışına, reel ekonomideki büyük sorunlara TCMB, Hazine gibi kurumlar doğrudan muhatap olmakta ara sıra bankaların kulağını çekmek gerektiğinde ise BDDK gibi adı sadece düzenleyici kurul olarak kalmış yapılar kullanılmakta, anlaşılır bir şekilde bu büyük riskli alanda ne AKP kadroları ne Erdoğan hatta Bahçeli polemiklere girmeden konuşmaktalar.
Bunun tek istisnası, gene geçmişe yapılan doğrudan bir atıfla gene Bahçeli’nin IMF ve kendisinin içinde bulunduğu Kemal Derviş dönemine doğrudan ve keskin saldırısıdır. Öyle görünüyor iktidarın, sözcüsü, borç harç içinde de olsa, anti IMF bir duruşun yoksul halk kitlelerinde bir tür anti-emperyal bir duyguya ulaşmada karşılığı olduğunu bilmekte ve kullanmaktadır. Hemen veya daha sonra gelecek bütün seçim hamlelerinde kaybolan siyasal gücünü, yeniden, buradan ve ısrarla devşireceklerinim sinyalleridir bunlar. IMF’li dönemin Başbakan Yardımcısı, o dönem koalisyonu sandıkta yerle yeksan eden travmatik sonuçların kriz ve IMF tedbirleri ile gelen tasarruf tedbirleri veya kemer sıkmalarla oluştuğunu herkesten iyi bilmekte. Konuyu geçerken, unutulmaması gereken gençkuşakların bilmesi gereken bir gerçeği ifade edelim: 1999 krizi patladığında dönemin hükümeti IMF ile sabit kur esaslı bir program uyguluyordu ve kriz anında, zordaki kuruluşlara parasal enjeksiyon gene bu program dahilinde olunduğu için uygulanmamıştı.
Seçime çağrı
O halde ikinci söyleyeceğim iddia, muhalefetin ve özellikle sol-sosyal demokrat ya da demokratik sosyalist, siyasal ve toplumsal muhalefetin sınıf ayrımına dayanacak bir yeni siyaset imkanını, bir dengeli kamuyu savunmak adına, güçlenerek çıkmasının tek yolu yeni dönem siyasetini eski dönemin kadük tartışmalarında boğulmadan yürütmesi gerekliliğidir.
Buradan çıkış anında oluşacak inanılmaz yoksulluğa,eşitsizliğe, iş kaybına, sosyal ve psikolojik çöküntüye, insani kriz ihtimaline vurgu yaparak, sosyal adaleti yeniden tesis etme adına hazırlayacağı net bir program ile doğrudan destek, radikal iyileştirmeler ve zedelenen aşağıdaki sınıfların tedavi, nekahet, ekonomik dayanışma ve doğrudan destek ağırlıklı bir dönüşüm programı çağrısı yapması gerekiyor. Derhal ve vakit kaybetmeden, bu program bazlı, vaat bazlı, bir ittifak yenilenmesi olarak gerçekleşmelidir. CHP bu ittifakın, büyük partisi olması hasebiyle, halktan uzak ve kopuk olduğuna, seçimlerden kaçtığına dair bulanıkpropagandanın tam da yeniden yürürlüğe girdiği bu günlerde bir özgüven çıkışına ihtiyacı olduğunu düşünmelidir. Bu vaat ve program daha önceki fazda, bir radikal demokratik ittifak olarak zuhur etmiş olabilir, bu kez bu demokrasi talebi iktidara gelebilmek adına yeterli kuvvette bir arguman olmayacak, yaklaşan büyük yoksulluğu, eşitsizliği anlayabilmek ve çözebilmek adına alınan çok güçlü bir siyasal argüman olacaktır.
Bu bütünlüklü bir çağrı metni üzerinde taleplerin sadece demokratik bir uzlaşma üzerinde, AKP iktidarını göndermek üzere kurulu seçim muhasebelerinden ötede ve mutlaka onlar başlamadan yapılması gereken bir çağrı olmalı, hedefini sadece parlamenter rejimin geri dönüşü, kanunların düzenlenmesi ve hukukun yeniden tesis edilmesi gibi nispeten uygulamada daha erken ve geçilebilir bir mesafe üzerinden değil, doğrudan yardımlarla, sosyal eşitsizlik programlar ve büyük tahribatı giderecek büyük dönüşüm olanak aşamalı bir program olarak önerilmelidir.
CHP vakit geçmeden erken seçim çağrısını, İyi Parti’den DEVA Partisi’ne, Gelecek Partisi’nden, HDP’ye, Saadet’e ve diğer bileşenlere bir ıslahat ve dönüşüm programı tartışması üzerinden götürmek durumundadır. Bu çağrı ve vaat, böylesi bir dönüşüm programı üzerinden giden bir Cumhurbaşkanı adaylığı tartışması üretecek, sağlıklı bir tartışmanın içinde bir önceki seçimde olduğu gibi 39 gün kala tamamlanan bir müzakere ile mesafenin kapatılmasının zor olduğu günler yaşanmamasına neden olacaktır. Siyaset bugüne dek denenen ve sonuç getirmeyen taktik pazarlık mantığı ile yürütülmek zorunda değildir, bu pazarlığın eli güçlendireceğine dair algı hayalidir. Hem kutbun diğer ucundaki Cumhur ittifakı bu tür pazarlıklarla vakit kaybetmiyor.
Bu konuda bir erken gereklilik de Türkiye’nin bütün önemli şehirlerinde yerel yönetimlerde iktidar olmanın tarihsel fırsatının merkezi iktidar destekli bir süreç yönetimine bir an önce kavuşmasının zaruretidir. İBB ve İmamoğlu’nun yardım paketlerinin engellenmesinden, Mansur Yavaş’ın Ankara’daki dönüştürücü politikalarına müdahaleye kadar, Adana’da Zeydan Karalar’ın sahra hastanesi kurulumunun engellenmesine kadar bir dizi siyasal sonuç üretebilecek potansiyelin bastırılmış olmasıdır. Bütün hamleler, hembelediyelerdeki meclis çoğunluklarının tek hat üzerindeki engellemelerine, hem de baskıcı devletin yasal yaptırımı ile kadük kalmakta, akamete uğramaktadır.
Artık açıkça anlaşılmış olmalıdır ki, İktidar ile muhalif belediyeler arasında halka hizmet vermek, hayatın olağan akışını sürdürmek, gerekli yatırımları yapmak gibi bir asgari müşterek üzerinde bir işleyişi sürdürebilmek bir temenniden öteye geçmeyecek. Bunun yıpratıcı bir boyutu da olduğunu, sürekli radikal bir zemine çekilerek, iktidarın işine yaracak bir iletişim stratejisi, troller ve benzer saldırılar ile sürekli geri döndüğünü görüyoruz. Bu salgın günlerinin ağırlığı altında, Belediye Başkanlarının haklı itirazlarını yoksul, yoksun ve çaresiz kalmış halk artık görmeyecektir, bunu da unutmamak gerekiyor. Mazeretsiz bir döneme giriyoruz, bu açık. Siyasal ve yönetsel aktörlerin, kamuyu oluşturucularınınhızla yıpranıp kenara düşecekleri bir tarih aralığındayız. Keşke, değişmiş, yenilenmiş belediyelerin hızlı başlangıçanlarında bir genel seçime doğrugiderek yükselen aşamalı bir siyaset üretilebilseydi, ancak gene de geç kalınmış değildir, böyle giderse iki sene sonra ise geç kalınmış olacaktır. Apaçık görünen, salgın döneminde insanların yaşam şartların ağırlaşması, her durumda, çözüme bir an önce gidebilme inisiyatifinin gerekliliği, siyasetin daha katı bir zeminde, daha radikal bir polemik etrafında, temel istekler ve gerekçeler üzerinden sürdürüleceğini gösteriyor.
AKP içinden gelen Davutoğlu veya Babacan gibi figürlerin, zor bir sistemin içinden kenarına doğru gelmek zorunda kaldıkları dönemde, sancılı da olsa bu süreci iyi ve dikkatli bir şekilde analiz ettiklerini görüyoruz. Birçok sıkıntılı nokta taşısalar da açık, sert ve net bir söylemle başlamış olmaları, iktidar bloğunun hegemonyasına içeriden işleyen, kemik seçmene doğru doğrudan seslenişler içeriyor. Son dönemlerde yıldızları parlayan metropoliten şehirlerin Belediye Başkanları bu yükü taşıyabilecekler midir? Bu dönemde AKP içi bir düzen üzerinden kurulmuş bulunan büyükşehir belediye anlayışının, sürekli merkez hükümet tarafından fonlandığı büyük bir ağ var, belediye mevzuatı ile yapılamayacak olanları yürümek adına giderek sayıları artan, sürekli sermaye ihtiyacı çeken geniş kadroların konumlandığı Belediye şirketleri var, bir hormonlu büyüme ve genişleme ihtiyacı ile yerel hizmeti birleştiren bu anlayış yıllar içinde oluşmuş alışkanlıklara da hizmet ediyor. Bu aks kırılmadan yerelde başarılı bir siyaset anlayışı oluşturmak öyle kolay değil.
Ankara’da Mansur Yavaş’ın bu pratiği kıracak yenilikçi, sosyal adaletçi dönüştürücü girişimleri ve politikaları oldu. Özellikle salgın günlerinde dışarıda kalanların ve paysızların pay alması adına oluşan bu pratiklerin genel siyasi teori ve iktidarı değiştirebilme pratiğine dönmesi için bir ülke siyaseti müdahalesi beklemektedir, ideolojik ve söylemsel bir müdahalenin, bugüne dek ufukta görünmemesi, yeterli kalması merkez iktidarın değişmesi adına acil çağrının, önemli ve geçiştirilemeyecek bir husus olduğunu gözler önüne seriyor. Dayanışma ve baskı altında yerel yönetimlerde sosyal adaleti önceleyen, dünyanın ve AKP iktidarının yarattığı sosyal tahribatı gideme adına yerelde yakınlık büyük bir fırsattır, bunun siyasal olarak heba edilmesi, toplumumuzun daha zorlu günlere doğrudan maruz kalmasını sağlayacak. Belediye yapılarının dönüşümü yakın gelecekte siyasal dönüşümün önünde ufuk açacak en önemli sistematik imkanlardır. Dönem arsa-plan-tadilat-PR-tanıtım gibi faaliyetlerden doğrudan altyapı desteklerine, dayanışmacı bir anlayışla karşılıklı yardımlaşma pratiklerinin geçeceği bir dönem olacak.
Yakın siyasi tarihi hatırlamakta fayda var, Refah Partisi 94 Mart seçimlerinde yerel seçimlerde büyük bir sıçrama ve siyasal değişim fırsatı yakaladı, bu rüzgâr tam da dinmeden 95 Aralığında bir genel seçim başarısı ile desteklendi. Aradaki sürenin bir buçuk yıldan biraz fazla olduğunun alını bir kez daha çizmekte yarar var. Özellikle, metropol belediyeler kısa da sürse Refah-Yol iktidarında daha sonra kazanacakları ivmeyi yakalamış oldular. Bu tarihsel fırsatın kaçırılmaması adına bu örnekle bu bahsi kapatalım.
Kamusallık. Hangi kamu?
Dünya genelinde, 1980 yılından beri hayatın temel imanı gibi yerleşen piyasacı düzeneklerin temel alanların özelleştirilmesi ile yaratılmış zenginliklerin belirli ellere tahvil edilmesinin ne salgına ne küresel felaketlere cevap veremediği, insanlar toplumlar ve ülkeler arasındaki servet eşitsizliğini arttırdığı, büyük haksızlıklara ve dışlanmışlıklara yol açtığı özellikle salgın günlerinde artık gizlenemez oldu. Bir yandan da devlet ve kamu zararları telafi etme adına bütün yoksullaşan, dışlanmış, zedelenmiş kesimlerin sorumluluğunu, kendi varoluş gerekçelerini yeniden hatırlayarak, sosyal devlet-müşterek kamu ve vatandaşa destek gibi bir zamanlar kamunun yapması gerekenleri yeniden hatırladığı, bunlardan sorumlu olduğu bir evreye giriyor.
Öte yandan gene neoliberal dönemlerden kalan serbest ticaret, küresel finansal serbesiyet gibi dogmaların yeniden gözden geçirileceği bir yeni dünya haliyle yaşamak durumunda kalacağımız çok net. Bu kamusal müdahale imkanlarına hem ideolojik hem de yönetsel anlamda zemin hazırlayan bir dönem. Tıpkı yüz sene öncesi gibi otokratından faşistine, muhafazakarından hatta liberaline, sosyalistinden çevrecisine dek kabul gören ana hareket noktası olacak, siyasal düşünceyi de davranışları da şekillendirecek.
Kamunun yeniden oyun kurucu olarak devreye girmesi ile kapanmacı, kontrol edilebilir bir piyasa kavramı iki anlamda, dikkatli davranılırsa eşitliğin ve sosyal adaletin yeniden tesisi anlamında demokratik fırsat, ama aynı zamanda kayırmacı büyük organizmalarla devletleşen şirketlerin neoliberal varlıklarının yerine bu kez de yoksullaşan halkı kendine mahkum bırakan şirketleşen devletlerin baskı aparatını ve yeniden faşizmi ortaya çıkaracakları tehditlerini beraberinde getiriyor.
Popülist ve otokrat yapılar öyle görünüyor ki, eski kamu müdahalesi kavramını, hatta bizde örneğini gördüğümüz üzere, küresel finansal güçlere karşı göstermelik de olsa açacakları mevzilerle finansal spekülasyon gibi kavramları sol’dan apararak dünyadaki büyük eşitsizlikleri, dışlanmışlıkları ve artan yoksullaşmaya karşı kullanacaklar. Yaklaşan büyük yoksulluğun gerekçesini, özdeki sistematik gerekçeden soyutlayıp, uluslararası kuruluşlar, finansal spekülatörler, şirketler, tekeller, emperyalist politikalara bağlayacaklar, böylelikle dünyanın gerçekten şu anında ışıldayan, bir umut olan sistemi değiştirme ideali, adil, eşitlikçi hale getirebilme ihtimali, dönüşüm arzusu tam karşıt yönde bir hedefin ve amacın manivelası olarak kaybolup gidecek, inandırıcılığını yitirecek. Yakın zamanda Brexit tartışmaları gölgesinde girilen seçimlerde Corbyn ve İşçi partisinin kamusallığı öne çıkaran manifestolarındaki bütün haklılıklarına rağmen inandırıcı olamamasının en büyük nedenlerinden birisi de budur.
Bizde de durum daha keskin çizgilerle üç aşağı beş yukarı budur. Neoliberalizm ile İslamcılığı birleştirerek ülkeyi yöneten AKP, bugün ısrarla ve haksız bir şekilde eleştirdiği, “CeHaPe” zihniyeti olarak hedef tahtasına koyduğu, kamusal ekonomi, ithal ikameci politikaların gece yarısı kararnameleriyle bizzat uygulayıcısı durumuna gelmiştir.
Bugün neoliberal açılımdan beslenmiş, sermaye hareketleri ile büyümüş iktidar kendisini güçlendiren sistemlerin yüzüne bakarak topçu bataryaları gibi ters yöne bir yürüyüş ve savaş düzeneği sürdürmektedir. Bu tıpkı, Louis Althusser’in, Machiavelli ve Spinoza, İki Filozof kitabındaki, Machiavelli’nin Savaş Üzerine adlı kitabına yaptığı atıfta, anlatılan durum gibidir:
“Fabrizio, yeni bir silah olan topla ilgili konuşmaktadır Luigi ile. Yürüyüş halindeki bir birlikte top bataryalarının kullanılıp kullanılamayacağını tartışmaktadırlar. Fabrizio şöyle cevaplar: “…birliğin saflarında top bataryasının, hele ki arabalarda taşınan topların bulundurulmasına imkân yoktur, çünkü bunlar ateş ettikleri yönün tam tersi yönde ilerlerler.”
İktidar sermaye kontrollerine bir hazırlık adımı olarak altın, bono ve dövizdeki vergilendirme gibi meseleler ve döviz SWAP’larını ayna anda yaparak, ateş ettiği yönün tersine ilerlemek zorunda kalmıştır. Bunu, salt bir çaresizlik olarak değil, aynı zamanda, kendisine siyasal anlamda bir müstahkem mevkii kazandırmak için yapıyor, elbette…
Sonsöz yerine
Sağlıklı bir kamusal-müşterek alternatif programla bu açmaz da aşılmak zorundadır. AKP karşısında IMF’ci veya uluslararası iş birlikleri suçlaması ile karşılaşıldığında bir gerekçeler silsilesi yerine net bir bakışla, kaynakların kamu müdahalesinin ancak doğru ve haklı gerekçelerle, gidecekleri yerlerin bir yeniden dağılım, şeffaflık ve hukuksal güvence ile anlamlı olabileceği üzerinden alternatif programlara ihtiyacımız olacaktır. Bu dilin mutlak Rousseau’nun terimleriyle söylersek siyasal olması gereken dil olması, siyaset yerine kanaatin geçtiği bir etki yitimine maruz bırakılmaması için özen gösterilmelidir. Elbette insanların kanaatlere de ihtiyacı var. Ancak kanaatler ile oy alınamıyor, siyaset üretilemiyor, örgütlenme için bir ivme bulunamıyor. Biri diğerinin yerine geçmemek kaydıyla, kanaatlerden siyaset oluşturma, siyasal dönüşümü ve arzuyu, daha başlangıçta retoriğin konforunda eritiyor.
IMF meselesi açıklıkla tartışılmadan ve aşılmadan, kambiyo rejimine gelen kontrolleringerekçesi ve takibi yapılmadan ortaya çıkan eleştiriler de ancak kanaatlerin toplandığı uzun ve değerli manzumeler olarak kısa ömürlü, etkileri çok sınırlı ve dar bir siyasal elitin, dar bir kadronun sofistike tartışmalarından öteye gidemiyor.
Önümüzde, yoksul halkın temel sorunlarını çözmede kararlı, acil ve öncelikli bir iradenin gösterilmesi gibi çetin bir soru duruyor. Karşıda duran hakim ittifakın, domine etiği bir dil ve bu uzun sürede yaratmış olduğu yerleşik alışkanlıklar var, bu söylemin siyasal muhalefeti dünya sisteminin bir aracıymış gibi tali ve entirikalı bir pozisyona indirgemesini iyi anlamamız gerekiyor. Eski AKP’den çıkan siyasal yapılar bir yana, 18 yıldır iktidar yüzü görmemiş kadroları böyle göstermek en hafif tabiriyle haksızlıktır. Ama buna haksızlık demek ne yazık ki karşıda oluşan tahkimatı, oy kümelenmesini engelleyemiyor, hatta tam tersine bizzat bu ayrımın kendisinden beslenen bir retoriğin, gelenekten gelen çok güçlü gerici retorikle birleşmesinden kaynaklanan inanılmaz bir engel var ortada.
Bu açmazı ötelemek ya da bahse konu yapmamak değil, bu açmazla kendisini tanımlamış, sağ popülizmin tutkulu ötekileştirmesine karşı, aynı tutku ve arzu içinde, günlük belagatin içinde boğulmamış, teknik, uzmanca, eğitime veya teknik gelişime omuz vermekten siyasal dönüşüme bakmamış bir modelin yaratılma ve yaşama şansı yoktur. 18 yıl sona kimsenin tereddüdü olmamalıdır ki, bizim meselemiz demokratik ve adil, özgürlük ve eşitlik çağrısı ile oluşmuş bir taktik demokrasi talebi değil kökten demokrasi talebidir.
Bugüne dek mahcup aralıklarla ya da bazı genç söylemlerin takıntı olarak kabul edilen bu gerçek artık ürkmeden ve berrak bir şekilde söylenmek zorundadır. Doğrusu aslında siyasal hasmının seni çağırdığı yerde olmanın hakkını vermek, ancak bunu yapmak suretiyle de senin de onu tanımladığın yere çağırmaktır. Bu yüzleşmeler yapılmadığı sürece toplum aydınlanmamış, duygusal anlamda bir birliktelik oluşmamış olur. Ancak bu şekilde bugün sözü edilen ve ne söylediği anlaşılamayan kutuplaşma tartışmanın yerine bir hegomonik dilin yerleşik alışkanlıklarını kırabilme imkânı doğar.
Bu bakışın, siyaset pratiğindeki karşılığı da şudur: tıpkı karşıdaki ittifak gibi her partinin kendi temsil ettiği kesimle kurulan dikey hat. Böyle yapılırsa siyaset seçimden seçime, müttefik arayan, her türlü oluşumun yoğun müzakereler ile oluşmak zorunda kalan bir faaliyet değil, gönüllü ve arzulu bir birliktelik haline gelir.
Bu toprakların kendine has doğasından çıkan, ama evrensel akla da referans verebilecek bir sol popülizme hem ihtiyacımız var, hem de zamanı geldi. Bu açmazı ötelemek ya da bahse konu yapmamak değil, bu açmazla kendisini tanımlamış, sağ popülizmin tutkulu ötekileştirmelerine karşı kalkınmanın, dağılımın, daha iyi bir ülkede hakça yaşamanın peşine düşmüş bir sol popülist tutkuyu oluşturabilme, ucu değişime ve dönüşüm değmeyecek bir siyasalmiskinliği bertaraf etmektir. Dünyada ve ülkemizde bir popülist moment söz konusudur, bu momentin kenarından dolaşılması, tarihin son 20 yılda taşıdığı bu en büyük imkan heba edilmesine ve ıskalanmasına yol açacaktır.
İskender Özturanlı; Toplumcu Düşünce Genel Yayın Yönetmeni
1 Comment