16. yüzyıl Avrupa’sında ve özellikle İngiltere’de evrensel Denge, evrensel Uyum, İhtiras ve Aşk etkileştiği zamanlarda dünyanın kaderi de değişiyordu.
Roma Katolik kilisesinin baskıcı, adaletsiz düzenine ile ruhban sınıfına karşı başkaldırı başlamışken, İngiltere Kralı VIII. Henry Tudor’un, 1.Eşi İspanyol Catharine of Aragonun erkek veliahtı olmaması ve aşık olduğunu iddia ettiği 2. Eşi Anne Boleyn’in evliliğine Papa’nın onay vermemesi, bir dizi tarihsel kırılmalara yol açacaktı. Sonunda da Henry Tudor, iki Protestan danışmanın yönlendirmesi ile Katolik Papa’nın otoritesini reddedip, Kutsal Roma kilisesinden koparak İngiltere de kurduğu Anglikan kilisesinin başına geçecekti. Tüm bu gelişmeler, tarihin akışını değiştirecek olan, 1.Elizabeth’in 1558 tarihinde İngiltere Kraliçesi olmasına yol açacaktı.
16. yüzyılda, Protestanlar, Roma’da oturan Papa’nın kendi üzerlerindeki otoritesini reddedip Katolik Kilisesinin baskısına ve adaletsizliğine karşı ayaklandılar. Kilisede günah çıkarma işlemini reddettiler. İnanan herkesi aziz ilan edip, kilise ve kilise ruhban sınıfının dinsel otoritesini ve adaletsizliklerini reddettiler
1517 tarihlerinde, Orta Avrupa ve Almanya’da, katı Katolik din baskısı, insanların doğumlarından ölümlerine kadar ne yapacakları ve nasıl davranacakları, sonsuz itaat fikri ile din adamları tarafından dikte ettirilmesine Protestanların isyan etmesi ile sahne kurulmuştu. Din kullanılarak ve din adına yapılan bu uygulamalar mantığa, akla ve insan düşünce özgürlüğüne aykırı idi. Kutsal Roma imparatorluğunun cennete yer satan sahtekâr, rüşvetçi düzenine, yani o dönemin ‘modellerine bağımlı’ gerçekliklerine itiraz eden Protestanların, Kuzey Almanya, Kuzey Avrupa ve İngiltere’de, zihinlerde yaratıkları daha az kısıtlayıcı, daha özgür bir düşünce, üretim ve paylaşım düzenine (kültürüne) geçmeleri, Avrupa ve İngiltere’nin bilim yolunda ilerlemelerine ve sonuç olarak zenginleşmelerine yol açacaktı. Bu süreç içinde Luther’in İncil’i Latinceden Almancaya çevirdiğini özellikle hatırlamakta fayda var.
Tarih sahnesi böyle kurulmuş iken, tarih kitapları; Henry Tudor’un 2. Eşi Anne Boleyn’den olma kızı, I. Elizabeth’in, beyaz bir atın üstünde, beyaz tülü ve zırhlı giysileri ile ordusuna ruh ve cesaret verecek konuşmasında, “Bize doğru gelen İspanyol rmadası bağırsakların da Engizisyon, baskı, zülüm taşıyor. (Kendisi Protestan, İspanya Katolik.) Tanrı bizi korusun, yenilirsek İngiltere de vicdan ve düşünce özgürlüğü kalmaz” diyerek tarihe geçecek bir konuşma ile baskıcı adaletsiz ve geleneksel Katolikleri yenerek, tarih sahnesinde göreceli bir özgürlük alanı açtığını anlatır. Burada da I. Elizabeth’in Latince İncil’i halk anlasın diye İngilizceye çevirttiğini unutmamak gerekir.
I. Elizabeth, 1580 tarihinde dünyanın en büyük armadasına sahip (180 gemi) Katolik İspanya Kralı Philip II’yi mağlup edip, Amerika’nın doğu sahillerinin Protestan kolonileşmesindeki en büyük rolü oynayarak dünya tarihinde büyük bir kırılmaya sebep olacaktı. I. Elizabeth, “Bakire Kraliçe,” karmaşık şartlarda, hükümdar olma sırasında 4. sırada ve hapishanedeyken, kraliçe olmayı başaramasaydı, ne bugünkü Amerika bildiğimiz Amerika olacaktı, ne de İngiltere bugünkü İngiltere olacaktı.
Avrupa’da 16. ve 17. yüzyıllarda, halkın üzerlerinde iki büyük baskı düzeni vardı: birincisi, Katolik Kilisesi ruhban sınıfının baskısı; ikincisi ise, Avrupa Monarşilerinin, keyfi sömürü düzeni idi.
1517’de Protestanlığın sahneye çıkışı ve Avrupa’da o gün için geçerli din düşüncesinin tekrar şekillenmesi (Reformasyon) ile bu birinci baskı halkası kısmen kırılacak ve halk, bir kısmı kıyaslamalı olarak, zihinlerinde daha özgür olacaktı. Bu durumu, 18 yüzyılda, halklar üzerinde kurulan baskının 2. Halkası olan monarşilerin (milli devletleri) evrensel denge ve uyum ile dengeleyerek, insanlar için rasyonel bir adalet sağlama fikri ile Fransız ihtilali izleyecekti. Avrupa da bu iki baskı düzeninin göreceli olarak çökmesi sonrasında, 19. ve 20. yüzyıllarda, Aydınlanma Çağı ve sanayi devrimi hasıl olacaktı. Aydınlanma ve Sanayi Devrimi demek, matematiksel bilimin ışığında modern silah üretiminde göreceli olarak ileride olmak demekti. Bu olgu toprak fethi ile varlıklarını sürdürenler için iyi bir haber değildi!
Özgürlük ile bilimin bağlantısallığına dönecek olursak ve de örnek vermek gerekirse, o tarihlerde Kutsal Roma imparatorluğunun Katolikliğinden daha ilerici olan, Reformist Protestan Luther’in kilise düşünceleri Danimarka’da hakimdi. 1536’nın Danimarka’sında Katolik Kilise yasaklandı. Göreceli olarak daha özgür olan Protestanlar Danimarka’da toplanmaya başladılar.
Göreceli de olsa, özgürlüğün bağlantısallığına örnek olarak, 1640 yıllarında Amsterdam’da bir mahallede enteresan etkileşmeler oluyordu: (1)
- Bu mahallede, Hümanist Aydınlanmanın ilk felsefecilerinden Danimarka/ Felsefeci / matematikçi Spinoza Doğuyor (Etika ) (1632-1677). (Einstein Tanrıya inanıyor musunuz? sorusuna “Spinoza’nın tanrısına inanıyorum” diye cevap verirdi.)
- Aynı mahallede Christian Huygens var, (1629 -1695) Matematikçi, astrofizikçi, Satürn halkalarını buluyor; Danimarkalı/fen biliminin en önemli fizikçisi olarak anılıyor.
- Aynı mahallede Rene Descarts (1596 -1650) Fransa’dan gelip Huygens’a ders veriyor; Felsefeci/Matematikçi/ Bilgin. Toplam 20 sene Danimarka’da yaşadı. Analitik geometri, cebir, calculusun babası sayılıyor.
- Aynı mahallede William Leibniz var ( 1646 -1743) Difransiyel denklemler ve türevin yaratıcısı; bu matematiksel kavramlar olmadan 19. ve 20. yüzyılda ve hatta günümüzde hiçbir bilim ilerlemesi sağlanamazdı.
- Aynı mahallede ünlü ressam Rembrandt yaşıyordu. (1606 – 1669) Rembrandt ile Spinoza ile arkadaş ve Rembrandt Mevlana’yı 350 sene önce yaşamasına rağmen biliyor. Rembrandt’ın notlarından anlaşıldığına göre kendisinin Mevlana’yı Spinoza’ya anlattığı düşünülüyor çünkü insanlığa yaklaşım felsefeleri çok benziyor.
Yukarıda adlarını andığımız sanat, felsefe ve bilim tarihine damga vurmuş bu 5 kişinin, Avrupada, din ve vicdan özgürlüğüne izin vermeyen baskıcı ve adaletsiz katolik rejimini protesto edenlerin, yaşadığı, Protestan bir ülkenin aynı mahallesinde yaşamış olmaları bağlantısal değil mi? İnsan beyninin bilinç / bilim üretmesi ile, aynı dönemlerde, aynı mahallerde kültür üretmesi, tesadüf mü? veya tam tersi, İnsan beyninin kültür üretmesi (Reformasyon) ile aynı mahallerde bilinç/bilim üretmesi tesadüf mü?
Bu arada Osmanlı’nın aynı zaman dilimine bakacak olursak, atalarından miras kalan ve bumirasın bir parçası olan geleneklere göre yönetilen Osmanlıdaki sistemi ve çelişkilerini kısaca aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:
- Ataerkil düzende, Politika sadece Osmanlı soyundan gelenlerin karışacağı bir alandı. Yani somut olarak hem halifelik hem hükümdarlık hem askeri elit, tek bir sülalede, tek bir kişide, Sultanın adında toplanmıştı.
- Düşünce kapısının kapalı olması ile kısıtlayıcı gelenekler ve mutlak güç ağına karşı, teknoloji üretimi ve pazar ekonomisi gelişemezdi ve gelişmedi.
- Sarayın, sultan ve ailesinin keyfi yönetim vardı. (2)
Halil İnalcık’ın Avrupa Tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ve Yeri adlı kitabında yazdığı gibi, Osmanlıdaki yönetim, atalarından miras kalan ve geleneklere göre bir yönetim şekli olup, bütün güç doğrudan yukarıdan liderden gelirdi. Yönetim, Otokrattık ve oligarşik olup, tüm sınıflar, yukarı ve orta sınıflar dahil, güçten dışlanmışlardı. tek güç Sultandı.
Bu güç aynı zamanda keyfi idi. Gücün gerçekte kontrolü yoktu. Sınıf atlamak sadece Sultanın onayı ile mümkündü. Arap gelenekleri, kısıtlayıcı gelenekler kafesini yaratıyor ve bu gelenekler kafesinde, yenilik, değişim, yaratıcılık, mekanizmaları çalışmıyordu. Halk için tek rehberlik sistemi, çoğunlukla din adamları sınıfının halka dikte ettirdikleriyle sınırlı idi. Bu şartlar altında bilim, sanat, felsefe, üretken kültür yaratacak bir ortam yaratılması mümkün değildi. (3) Sonuç olarak, Osmanlının özgürlük olmadan modern silah üretmesi olanaksız idi. Buna karşın Cihat ilan edip, gerçek olmayan yanılsamalar ile hüsrana uğramaları pek mümkündü.
Mustafa Kemal, Anadolu savunmasının sonucu olarak, düşünce özgürlüğünün önündeki baskıların, birinci halkası olan ataerkil dinsel düzen baskısı ile, baskı düzenin ikinci halkası olan, Sultanın keyfi adaletinden ülkeyi kurtarmayı başardı. Batı ile hasıl olmuş özgürlük farkını en azından şekil olarak, bir kerede asgariye indirdi. Evet, özgürlük, bilim ve sonucu olan aydınlanma prensiplerin ilk önce halkın zihninde oluşması ve sonra Cumhuriyet devrimlerinin yapılması gerekirdi. Fakat Osmanlının evrensel denge ve uyumda rakiplerine göre çok geride kalmış olması nedeni ile, ülke medeniyet tarihinin, kronolojik sıralamasında, en az 150 yıl geride kalmıştı. Avrupa’da olduğu gibi ilk önce fikirleri ve düşünceleri zihinlerde yaratıp, sonra Cumhuriyeti hayata geçirmek için ne yeterli zaman, ne de imkan vardı. Bu sebepler ile Mustafa Kemal de, Demokrasiyi ve Cumhuriyeti de Kurtuluş Savaşı sonucu uygulamalı olarak kurup, yaşama geçirme yoluna gitti. Bu anlamda Anadolu İhtilali’nin ideolojinin en azından sürecin pratiği içinde ortaya konulduğu ve şekillendirildiğini söyleyebiliriz. (4)
Bu arada Atatürk, devrimleri ile, Türkiye’de sanayi, değişim, yaratıcılık, modern prensipler, eşitlik, politikaya katılım, pozitivizm, insanlık değerleri, hoşgörü, empati yapmayı öğreten mekanizmaları çalıştırdı. Bütün bunların sonucu kısıtlayıcı gelenekler sistemi olmadan, modern eğitim sistemini merkeze alarak, aklı ve bilimi kullanan, aydınlanma ve rehberlik sistemine kısmen bile olsa ulaşıldı. Buradaki esas unsurlar, dinin kamu alanlarından kaldırılması ve inancın Allah ile kul arasında bir mesele olduğu fikri ile özgür modern eğitim idi. Atatürk, üreticilere bilim rehberliğinde sanayi kurma yolunu açtı.
1914 – 1918 I. Dünya savaşı , 1919 – 1923 kurtuluş savaşı – 1917 Bolşevik İhtilali ve hatta, Hitler, Stalin ve Mussolini’li yıllarda, dünyanın tarihsel, bilimsel ve teknolojik dev savaş gücü karşısında, evrensel denge, uyum ve adalet için Atatürk’ün kendi mahallesinde yapabildikleri mucize seviyesinde kazanımlardı.
Evrensel dengeli ve uyumlu bu yeni modern özgürlükçü sisteme karşı olanlar, işin içinden bilimi ve aydınlanmayı çıkarıp, bilimsel olmayan ve kendilerinin mutlak değerlerineuygun olarak yaşanmasını istiyorlar, ancak bu yöntem daha önce Osmanlılar tarafından zaten denenmiş olup mağlubiyet ve hüsran ile sonuçlanmıştı.
Bugün de, geçmişte olduğu gibi, bilimin üretilmesinde Yaratıcılık ve İyilik en önemli kavramlarından biridir. Bilimin, sorgulamaksızın nakil ile kabullenmek değil, sorguladıktan sonra anlayarak bilmek olduğunu özgür düşünce anlayışına kavuşanlar ve bu yaklaşımı temel yaşam biçimi olarak görenler anlamışlardı. İnsana ve insanlık onuruna anlayarak bilmekten doğan sevinç ve coşkudan daha yakışan ne olabilirdi ki?
Geleceğin; tarihte olduğu gibi, düşünce özgürlüğü, bilim, aydınlanma, kültür, üretim ve toplumların refahı yönünde nerede duracağını açıkça bilen ve gösteren liderlere ve içinden bu liderleri çıkartabilen uluslara ait olacağı aşikârdır.
Mehmet Kazancıoğlu
Notlar:
(1) BAU Tıp Fakültesi Dekanı, Beyin Cerrahı Prof. Dr. Türker Kılıç’ın, ‘Hedef Nobel’ Konferans Serisinde, “Yeni Bilim ve Kültürün Kaynağı: Bağlantısal Bütünsellik” başlıklı konuşması; 30 Kasım 2019
(2) Halil İnalcık, Ottoman Empire and Europe (1956)
(3) Avrupa’da 1450 yılında bulunan matbaa (The Gutenberg Press) Osmanlı’da 1726 tarihinde, Avrupa’da kurulduğundan 275 yıl sonra kuruldu.
(4) Konuya ilişkin geniş bir giriş tartışmasını için; Şevket Süreyya Aydemir; İnkilap ve Kadro, (1936)