Herkes sızlanıyor, herkes var olan durumu eleştiriyor ama kimse kapsamlı bir program önerisi getirmiyor.
Öncelik sıralaması yapıldı mı? Laiklik mi öncelikli, kuvvetler ayrılığı mı, sosyal devlet mi, cumhuriyet devrimleri mi, kapitalizm mi, karma ekonomi mi yoksa vahşi kapitalizm mi? Aynı vahşi ekonomi politikaları uygulanmayacaksa net olarak ne vaat ediliyor?
Sivil toplum ve kurumsal yapılar öngörüsüzlükle malul duruşuna devam ediyor.
Hemen her gün binlerce hak ihlali gerçekleşen ülkede yeniden adil yargılanma nasıl mümkün olacak?
Yargı bağımsızlığı nasıl tesis edilecek? Bugünkü iktidarın yerine gelmeyi uman muhalefet göreve geldiği ilk gün HSK’ya bağımsızlık verecek mi? Adalet bakanını ve müsteşarını kuruldan çekecek mi? Evrensel metinlerin öngördüğü ölçüde tam bir yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı vaat ediyor mu?
Peki, vaat edilmeyen hayallerin rasyonalize edilmesi imkânı var mı?
Pespaye rantın ve hızlıca zengin olma sevdasının çürüttüğü,bir adım sonra da çaresizleştirdiği sosyal katmanlara nasıl bir reçete sunulacak? Toplumsal yaraları sarıp onurlu bir geleceğe insanlar yeniden nasıl hazırlanacak?
İçi boşaltılan devlet kurumları nasıl ayağa kaldırılacak?Bütün dertlerin temel ilacı olan laiklik ilkesi devlete nasıl yeniden egemen olacak? Kanunlarda var olan laiklik yeniden yaşama geçirilebilecek mi? Demokratik parlamenter sistem yeniden kurulacak mı? Bu konuda net ve tereddütsüz bir model bugün ortaya konulacak? Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’in içi nasıl doldurulacak? Yoksa meçhul bir önerme olarak mı kalacak?
Kriminal hale getirilmiş toplumun ürettiği ağır sorunlar nasıl çözülecek? Tıka basa dolmuş cezaevlerinin hali ne olacak? Yeni cezaevleri mi kurulacak yoksa mahkûmlar ıslah edilip suçlu oranı düşürülecek mi? Bunun için plan nedir?
Toplumda ortaya çıkan her türlü sorunun bir husumete dönüşerek adlileşmesine karşı nasıl bir çözüm üretilecek? En küçük bir tartışmada kafa göz birbirine dalan toplumsal yapıyı onaracak bir ilacı keşfedemeyen memnuniyetsizler iktidarı hangi yönden eleştiriyorlar? İktidarı ele geçirince bütün bu problemler bıçak gibi kesilecek mi sanıyorlar?
Yozlaşan siyasal yapı nasıl şeffaflaşacak ve demokratik değerler üreten bir çehreye kavuşturulacak?
Torpilin ve adam kayırmacılığın bitirilmesi için plan hazır mı? Toplumun her kesimine egemen olan nepotizmi kökünden yok edecek formül var mı? Sadece nepotizm hastalığı devam etse bile bugün var olan tüm sorunların devam edeceğinin farkında mı memnuniyetsizler? Yoksa başkalarına tanınan ayrıcalıklar bittiğinde, ayrıcalıklar dünyasında sıranın kendilerine gelmesini mi bekliyorlar?
Giderek tırmanmakta olan ve kadına karşı şiddet olarak görselleşen“hınç ve şiddet toplumu”,barış toplumuna nasıl evrilecek?
“Güçlendirilmiş parlamenter sistem” tanımıyla, ‘eski’nin zaten kötü olduğunu kabul ederek bugüne meşruiyet kazandıran retorikten öte yeni bir modeli ve hangi sorunu nasıl çözeceğini açık açık nasıl konuşacak?
Popülizme ve neoliberal tahribata karşı mücadele,hasmın yöntemleri ve literatürüyle mümkün olabilir mi?
Yeni bir retorik kurmadan diğer “sanal hikaye” biter mi?
Kapsamlı bir restorasyon planı hazırlamak gerekmiyor mu?
Memleketin her köşesinde devam etmekte olan doğa katliamlarına karşı nasıl bir politika geliştirilecek? Vahşi kapitalist politikalar devam edecekse, aynı katliamlar yaşanmaya devam etmeyecek mi? Sistem değişmeyecekse kabinenin değişmesi neyi değiştirebilir?
Dağa,taşa, ovaya, ırmak üstüne, Karadeniz yaylalarına, Kaz Dağları’na, Boğalı Dağları’na, Taşova’ya; Aydın’dan Hakkari’ye, Çanakkale’den Samsun’ave Ordu’ya kadar çevreyi tahrip etme üzerine kurulu binlerce maden ruhsatını ne yapacaksınız?
Köyü, kasabası talan edilen, dereleri işgal edilip taşla doldurulan ve isyan eden İkizdere’lilerin %95 iktidar destekçisi oldukları gerçeği karşısında memnuniyetsizlerin hangi planı var?
Sosyolojinin çaresizliğine ilacı kim bulacak?
Bu ve benzeri soruların cevabını veremeyen toplumsal kesimlerin ve siyasal yapıların geleceği inşa etmesine imkânsız gözüyle bakabiliriz. Değerli Uğur Tunçay’ın “Var Olanın Dayanılmaz Hafifliği” başlıklı yazısında söylediği gibi “her yangın bir gün söner, ancak her sönen yangın itfaiyenin mi başarısıdır?” Cayır cayır devam eden yangına karşı muhalif ve memnuniyetsiz olanların itfaiyeci olma iddiası var mı? Tunçay’ın “Bu kadar süre içerisinde iktidarı değiştirecek bir yol ve yöntem geliştirilememiş olması ‘büyük bir tutulmanın’ etkisi altında olduğumuzu göstermektedir.” tespitini de iki türlü yorumlayabiliriz. Dar anlamı itibariyle, kısır bir siyasal değişim bize yeni bir çözüm üretmeyecektir. Öte yandan “büyük bir tutulma”göndermesi, hem problemin derinliğine işaret ediyor hem de yumurta-tavuk hikâyesine işaret ediyor. Derin ve karanlık bir kuyunun içerisindeysek, bu dipsiz kuyudan tamamen çıkmayı vaat etmeyipsadece bir noktasına kadar çıkabileceğimizi söyleyenler ne kadar umut verici olabilir?
Mafya-Tarikat-Siyaset-Ticaret-Cehalet kördüğümünü çözecek bir formül üretilebilecek mi?
Nitekim, Toplumcu Düşünce yazarı, önceki dönem Kadıköy Belediye Başkanı Aykurt Nuhoğlu son yazısında “Bizler gidişatın belirsizliğinin farkındayız. Mutsuz insanlara dönüştük, arayış içindeyiz. Bir şey yapıyor muyuz? Emin değilim.Yapar görünüyor olabiliriz. Kendimize mücadele alanları açmak o kadar da kolay değil” diyor ve çaresizliğe vurgu yapıyor.
Bu ağır mutsuzluğun çareleri zihinlerde şimşek gibi çaktı elbette.
Bilim ve düşünce düşmanlığından vazgeçmesi gereken bir toplum!
Şiddetin her türüne karşı çıkan bir kurumsal ve sosyal yapı.
Üretimi birinci amaç haline getirecek bir ekonomik reform.
Tarihten ve geçmişteki hatalardan ders alabilecek bir hakikat arayıcılığı.
Halkı her daim “tali unsur” olarak gören devlet geleneğinin ve arızi defoların hiçbir angajmana tabi olmaksızın açıkça tartışılabilmesi.
Ortak bir hak ve hukukta uzlaşma.
Bunları çoğaltabiliriz.
Nebil İlseven son yazısında “Öte yandan, tabanda, yerel ölçekte bakıldığında, her türlü, zorluk ve kısıtlamaya karşın yaşam sürüyor. Büyük belirsizlikler içinde göğüslenen sıkıntıları gün gün yaşayarak bilen insanlar, “Gerçek Sorunlar” karşısında “Gerçek Çözümler” üretmenin, bunları yaşama geçirmenin çabasını ortaya koymaya devam ediyorlar. Bu çetin uğraşın gerektirdiği yaratıcılık, emek, uzlaşma, dayanışma gibi unsurlar kavramlar olmaktan çıkıp, yaşamın akışı içinde ekonomik, sosyal, finansal, kültürel alanlarda canlı örneklere dönüşüyor. Tabanda yaşanan bu kollektif enerji ve irade bugün artık Siyaset’in tam da kendisidir. Siyaseti bu gerçeklik içinde görmeyen, görmezden gelen veya bu gerçekliğe uyum gösteremeyen mevcut veya gelecekteki her hangi bir siyasi yapının ikna kapasitesi ve kalıcılık iddiasının anlamlı bir değeri yoktur” diyerek bizi hakikatle yüzleşmeye davet ediyor. İlseven’in “(Bu değerlerin) Evrensellik ilke ve anlayışı ile taçlandırılması ülkenin çağdaş uygarlık yolculuğunda belirleyici bir etkendir.” sözü çok anlamlı ve referans alınması çıtayı bizlere gösteriyor.
Yukarıda sorduğumuz soruları siyasal bağlamda öne süren ve adını “Türkiye Erdoğan sonrasına hazır mı?” diye koyan Ruşen Çakır ise Kemal Can, Burak Bilgehan Özpek ve Ayşe Çavdar ile yapmış olduğu programda aslında bu sorunun yapay bir soru olduğunu kabul etmekle birlikte,kısa vadeli çözümün bir zorunluluk olduğunu kabul ediyor. Ayşe Çavdar’ın “alnı secdelilerin enkaz yağması” fikri bu dönemin 20 yıl sürmesi karşısında geçersiz bir argümana dönüşüyor Yine Çavdar’ın bir hikayeden çok temaya ihtiyaç olduğu fikri de geçersiz. Oysa ki bu toplumun bir hikaye ve temaya değil, artık hakikate ve hakikatle yüzleşmeyi göze alacak bir çözüme ihtiyacı bulunuyor.
İşin özüne dönük bir çare düşünülmediği takdirde alternatif olabilmenin de mümkün olmadığı aşikar.
Fakat yine de aynı programda Bilgehan Özpek’in kurumların yeniden yapılandırılması ile birlikte toplumun da şekillendirilmesi ve dönüştürülmesi fikri yabana atılır gibi değil. Kendisinin de dediği gibi toplumun yeniden şekillendirilmesi devlet eliyle pekala mümkün olabilir.Bu yöntem her ne kadar otoriter bulunsa da birçok ülkede denendi ve başarılı örnekleri de var. Erken Cumhuriyet Dönemi, Japonya ve Güney Kore örnekleri yanında sosyalist dünyadan Küba, toplumu dönüştürmede önemli örnekler.
Öte yandan bir sosyolojik değişimin kendiliğinden, kültürel ögelerin etkisiyle ve eğitimle yapılması doğal ve insan ömrünü aşan uzun bir süreç gerektiriyor, devlet eliyle ve siyasal modeller oluşturarak bunun yapılması uzun yolu kısaltabilir. Toplumun dönüşme arzusu ise meçhul. Dönüşüyor ve modernleşiyor gibi görünen toplumun bir anda 50 yıl öncesinin kodlarına dönebilmesi bu konu üzerinde daha derinlikli düşünmeyi gerektiriyor. Özpek’in önerdiği “ortak vatandaşlık” kavramının bu toplumda yer bulabilmesi ise bir rüya adeta. Evet, kurumsal devlet otoritesi yanında yeni bir kültür yaratan Cumhuriyet bunu nispeten sağlamıştı. Ancak halkın zihninde yerleşemediğini ve kültürel kodların bir türlü değiştirilemediğini de kabul etmemiz gerekiyor. Peki, bunun çaresi nedir?
Eşit yurttaşlığı kabul etmeyen çoğunlukçu zihniyet nasıl tedavi edilecek?
Evrensel normları sürekli reddeden bir sosyolojiye karşı siyasetin bir çaresi var mı?
Bu noktada, Türk toplumunun saygı duyacağı ve aynı zamanda “korkacağı” tek şeyin yargı kurumu olduğunu varsayabiliriz. Devlet otoritesinden güç alan, saygın ve eşit yurttaşlığı korumak üzere, evrensel standartlarda davranan bağımsız ve tarafsız bir yargı gücü! Devleti daima kutsallaştıran bir halka karşı; devletin, yargı, hukuk ve Adalet’ten ibaret olduğunu gösterecek bir düzen.
Başka bir alternatif var mıdır?
Zor soruların yanıtları da zor oluyor.
Zihnimiz açık olsun.
İbrahim Aycan, Hukukçu
Çok mantıklı.