Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar…
Ortak özellikleri Mustafa Kemal Paşa ile Kuva-yi Milliye’de silah ve dava arkadaşlığı yapmış olmaları. Bir başka ortak özellikleri ise Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurulan ve gerici hareketlerin odağı haline gelmiş olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurucuları olmaları, Cumhuriyet devrimlerinin en önemlilerinden biri olan hilafetin kaldırılmasına karşı çıkmaları ve ilerleyen yıllarda bizzat Atatürk tarafından ihanetle suçlanmalarıdır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun bitmek tükenmek bilmeyen savaşlarından, yenilgilerinden ve iktisadiçöküşlerinden dolayı ağır şartlar altında ezilerek yaşamakta olan toplum tabakaları aynı zamanda millet olma bilincinden de oldukça uzakta bulunmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa’nın büyük başarısı bütün bu toplum tabakalarını tek bir ülkü etrafında, bağımsızlık paydasında buluşturabilmesiydi. Yaşayış, hayata bakış, etnik köken, mezhepsel köken ve inançsal açılardan birbirinden çok farklı kitleler bağımsızlık ateşiyle örgütlenebilmiş ve varını yoğunu, maddi manevi tüm imkanlarını Kurtuluş Savaşı için seferber edebilmiştir.
İşte toplumun çeşitli kesimlerinin buluşabildiği ülkü birliğinde Mustafa Kemal Paşa ile hayatlarını ortaya koyup mücadele etmekten imtina etmeyen bu dava arkadaşları da Cumhuriyet kurulduktan ve devrimler birer birer devreye sokulmaya başladıktan sonra yollarını ayırmak durumunda kalmışlardır.
Milli Mücadele esnasında toplumun sosyal, siyasal ve inançsal düzlemlerindeki çeşitli bileşenlerinin bu büyük ve istisnasız kenetlenmesi, Cumhuriyet tarihi boyunca çok nadiren yeniden kendini gösterebilmiştir. Örneğin Kıbrıs Barış Harekatı Türkiye’nin tüm bileşenlerinin üzerinde mutabakata varabildiği yegane siyasal ve askeri gelişmelerden biri olmuştur. Bu sayededir ki Bülent Ecevit’in siyasal yelpazenin hangi kanadından olursa olsun toplumun her kesiminde belirli bir kredisi olagelmiştir.
2002 yılından bu yana ülkenin yönetimini tek parti iktidarı olarak sürdürme başarısını göstermiş olan AKP yönetimi ve mevcut Cumhurbaşkanı; aynı başarıyı özgürlükler, adalet, ülkü birliği ve yaşamı etkileyen diğer tüm parametreler bağlamında tüm toplumun kendisini ait hissedebileceği ortak paydayı bulabilme konusunda gösterememiştir. Toplumun bir bölümünde tutkusal bir bağlılık şeklinde kendini gösteren iktidara olan sevgi; toplumun diğer bölümünde ise derin bir dışlanmışlık, gelecek kaygısı ve iktidar karşıtlığı olarak tezahür etmiştir. Bu derin bölünmüşlüğe, AKP hükümetlerinin ve Cumhurbaşkanı’nın her türden dinsel, mezhepsel, inançsal veyahut etnik köken odaklı değer yargısını sonuna kadar sömürmekte, oy devşirmek için toplumu kamplaştırmakta bir an için bile tereddüt etmemesi yol açmıştır.
Çok partili ve aynı zamanda çok yaralı demokrasi tarihimizin bu en uzun kesintisiz iktidar dönemi boyunca; Cumhuriyet tarihimizin bu en uzun süreli başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yönetimi boyunca, kendisini dışlanmış hisseden toplum kesimleri, Cumhuriyet devrimlerine ve kazanımlarına karşı gelişen bu kararlı karşı devrim sürecini günbegün yaşamış ve yaşamlarına dokunan noktalarını hissetmişlerdir. Bu yaşanmışlıklar da toplumun çok farklı ve birbiri ile normal şartlarda bir ortak paydada buluşamayacak kesimlerini, artan bir ivmeyle gelişmekte olan tehlikeye karşı birbirleriyle ortaklaşmaya; deyim yerindeyse tasada beraber olmaya sürüklemiştir.
2017 referandumu sonrası tesis edilen ‘kazanan hepsini alır’ mantığına dayalı, çoğunluğun tahakkümü esaslı Tek Adam Rejimi, seçim sisteminde de yapılan değişikliklerle beraber, seçim sonralarında gerekli olmaları halinde kurulan koalisyonları da seçimden uzun süre önce kurulması gereken zorunlu ortaklıklar haline dönüştürmüştür. Bu durum değişik ideolojik tabanları oluşturan kitlelere, mevcut iktidardan memnun olmayan kesimlere; aynı memnuniyetsizliği paylaşan diğer kesimlerle birliktelik kurma zorunluluğunu empoze etmiştir. Aslında bu çağdışı rejimle beraber gelen nadir olumlu sosyal değişikliklerden birisi de bu şekilde bir müzakere kültürünün zorla da olsa siyasi partilerin kodlamalarına işlenebilmiş olmasıdır.
Sosyal demokratlar, yelpazenin daha solunda yer alanlar, liberaller, ulusalcılar, Türk milliyetçileri, etnik Kürt milliyetçileri, ılımlı İslamcılar, daha liberal muhafazakarlar ve saymakla bitiremeyeceğimiz çok çeşitli fraksiyonlar bu baskı rejiminden kurtulmak için öncelikle çeşitli STK’lar vasıtasıyla birbirleriyle tanışmışlar ve ortak stratejiler geliştirmeye başlamışlardır. Bu bileşenler için öncelik, kendi siyasal ideolojilerini topluma kabul ettirmekten, toplumun her ferdinin günlük yaşamında hissetmeye başlamış olduğu baskı unsurunu demokratik yollarla alaşağı etmeye kaymıştır. Bu şekilde bir toplumsal birliktelik aslında Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, daha doğrusu daha Cumhuriyet kurulmadan önce Milli Mücadele esnasında ortaya çıkmış, sonrasında ise toplum bu tarz bir birlikteliği yeşertmeyi becerememiştir. Bu manada, ülkenin daha çağdaş kesimleri ironik bir biçimde bu aşırı baskıcı rejime müteşekkir olmalıdır. Tarihin diyalektik gelişimi kendini göstermiş ve karşıdevrime karşı direniş toplumun kendi dinamikleri ile şekillenmeye başlamıştır. Kim ne yafta yapıştırmaya kalkarsa kalksın, Gezi Parkı Olayları, yakıp, yıkma hadiselerinin başlangıcına kadar olan bölümünde bu direnişin vücut bulmuş hali olmuştur ve bu sebeple de baskı rejimi tarafından unutturulmaya, terör eylemi gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
Toplumun değişik kesimlerinin sivil insiyatifler aracılığıyla kendiliğinden geliştirdiği bu hassasiyet; bu kazanımları koruma dürtüsü; eninde sonunda siyasi partileri de ortak paydalar yaratmaya zorlamıştır. Maalesef siyaset ideolojilerin yarıştırıldığı bir mecradan çıkmış; iktidar yandaşları ve iktidar karşıtları şeklinde bir cepheleşmeye doğru evrilmiştir.
Bu cepheleşme sonucunda da, işin doğası gereği ana muhalefet partisinin önderliğinde bir siyasi ittifak kurulmuş ve önce yerel seçimlerde, daha sonrasında da genel seçimlerde bu ittifak işler hale getirilmiştir. Fakat bu ittifak da o kadar yanlış kodlamalarla, o kadar dar bir çerçeve ile kurulmuştur ki; stratejiden, siyasi öngörüden, toplumun benimseyebileceği birlikteliklerin esas alınması prensibinden, en basitinden taban konsolidasyonundan bile yoksun bir yapı ortaya çıkarılmış ve oldukça konsolide olmuş iktidar ve yavru iktidar cenahına karşı başarılı olması beklenmiştir.
Gelinen noktada bu birlikteliğin oluşturulabilmiş ve tüm badirelere karşın devam ettirilebilmiş olması, bu birlikteliği şahsen yaratmışçasına ana muhalefet liderinin başarı hanesine yazılmaktadır. Bu gayet hatalı bir çıkarımdır. Bu birlikteliği toplum siyasi partilere dayatmıştır; ve onlardan da kendilerini temsil eden organizasyonlar olarak bu birlikteliği en akıllıca şekilde örgütlemelerini beklemiştir. Örneğin iki turlu seçimlerin ilk turunda yelpazenin daha muhafazakar tarafında olan muhalif partilerin ayrı bir ittifak, daha merkezde yer alan ana muhalefet ve muhalefet partilerinin ayrı bir ittifak kurmalarının daha olumlu bir sonuç vereceğini herhalde aklı başında tüm analistler öngörebilirlerdi. Fakat ana muhalefet partisi başta olmak üzere ittifak bileşenleri kurguyu bu şekilde kuramamışlar ve seçimlerdeki başarısızlığın müsebbibi olmuşlardır.
Toplum değişime tümüyle hazırken, siyasal, sosyal, ekonomik baskılar altında yıllardır ezilirken, Türkiye’nin yönetiminde bulunmuş önceki siyasi figürlerin aksine vasata dahi razıyken, iktidar tek kelimeyle berbat bir yönetim anlayışıyla kendiyle içte ve dışta dalga geçilir hale gelmişkenbu basit siyasi öngörüleri yapamayanların, gelinen noktada sofrayı daha da genişleteceklerini söylemeleri muhalif kesimdeki bezginliği daha da arttırmaktadır. Artık biraz ideoloji görmenin zamanı gelmiş de geçmektedir, bakalım siyasi partiler ne zaman bu gerçeğin farkına varacaklar…
O. Serkan İLERİ