Sol Popülizm kitabının yazarı Chantal Mouffe, Birleşik Krallık’taki seçimlerden 8 ay önce 5 Nisan 2019’da Ahmet İnsel ile yaptığı söyleşide Jeremy Corbyn’in içinden çıkılması imkansız bir pozisyonda olduğunu belirtmişti.
İngiltere’nin kuzeyindeki Brexit’i savunan işçi sınıfı ile AB yanlısı demokratları bir araya getirmek gerçekten de Corbyn gibi bir sol popülist için bile içinden çıkılması zor bir durumdu.
Yenilenen İşçi Partisinin kemer sıkma (austerity) karşıtı sosyal politikaları AB’de kalmak ve AB’den çıkmak isteyenleri bir kampta toplamaya yeterli olmadı. Corbyn’in Amazon benzeri küresel devleri ve sahibi Jeff Bezos gibi milyarderleri vergiler üzerinden hedef alan anti-elitist sol popülist söylemi kemer sıkma politikalarının sorumlusu olarak görünen AB elitlerini hedef alan sağ popülist Brexit söyleminin karşısında yenildi.
Pek tabii ki burada bahsettiğimiz popülizm bir ideoloji değil, Ernesto Laclau’nun tanımıyla; toplumu iki kampa bölen politik sınırları inşa etmek ve iktidar sahiplerine karşı ezilenleri seferber etmek için başvurulan söylemsel bir strateji. Doğal olarak bu seçim yenilgisinin ardından İşçi Partisi’nin ve diğer sol partilerin bu popülist stratejiden vazgeçmesini, tekrardan merkeze yaklaşmasını yani Anthony Giddens’ın 3. yol olarak tarif ettiği sosyal-liberal çizgiye dönmesini, hatta ilericilerin sağ popülizme karşı Emmanuel Macron´un liberal demokrat çizgisinde birleşmesi gerektiğini savunanlar oldu…
Bu savların cevapları 2008 sonrası siyasetin analizinde yatmaktadır. Chantal Mouffe’un ifade ettiği gibi artık popülist zamanlardayız. Sağ ve solun piyasa politikalarında uzlaştığı post-politik dönem 2008 finansal kriziyle sona erdi. Merkezdeki siyasi partilere güven kalmadi, merkez siyaset çöktü. Bu yüzden siyasal ve finansal elitler çareyi parlamenter sistemin değil teknokrasinin hüküm sürdüğü – Habermas’in tabiriyle – post-demokraside arıyorlar. Yunanistan’da Papandreou ve İtalya’da Berlusconi istifa ettikten (ya da ettirildikten) sonra Troika (Avrupa Merkez Bankası, Avrupa Komisyonu ve Uluslararası Para Fonu)’nın atadığı teknokratlar yoluyla neoliberal kemer sıkma politikalarını uygulamaya koyması bunun en iyi örneklerinden.
Ancak teknokratlar veya seçim ile iş başına gelenler vasıtasıyla, ne yöntem ile olursa olsun, ne kadar neoliberal kemer sıkma politikaları uygulanırsa aşırı sağ o kadar ivme kazanıyor. Macron benzeri liberallerin coşkuyla karşılanan seçim başarıları Le Pen tarzı sağ popülistlerin daha da güçlenmelerine sebep oluyor. O yüzden kemer sıkma politikalarının üzerinde yükselen sağ popülizminin panzehiri, Thatcher ve Reagan’ın başlattığı Blair ve Schröder’in sola bulaştırdığı neoliberal ‘There is No Alternative (Başka Alternatif yok)’ anlayışı değildir. Sağ popülizmin panzehiri yine kemer sıkma politikaların karşı mücadele eden sol popülizmdir.
Anlaşılan o ki, önümüzdeki yıllar krize giren neoliberal hegemonyaya karşı yükselen iki karşıt paradigmanın mücadelesine sahne olacak. Birincisi ticaret savaşlarının ve global serbest pazar karşıtlığının öncülüğünü yapan Donald Trump, Boris Johnson, Marine Le Pen, Matteo Salvani benzeri sağ popülist siyasetçilerle ilişkilendirebileceğimiz neo-merkantilizm, diğeri de Bernie Sanders, Jeremy Corbyn, Yanis Varoufakis, Jean-Luc Melenchon, Pablo Iglesias Turrion gibi sol popülistlerin söylemlerinin arkasındaki mentalite olan post-Keynesyenizm.
Bu yeni soldan bahsedecek olursak; adına –Kapitalizm Sonrası kitabıyla ünlü Paul Mason´ın tabiriyle ¨radikal sosyal demokrasi¨, Bernie Sanders ve Jeremy Corbyn’in sözleriyle ¨demokratik sosyalizm¨ ya da Jean-Luc Melenchon´un ifadesi ile ¨ekososyalizm¨ – ne dersek diyelim sosyal adalet ile ekolojik politikaları birleştiren bu yeni post-keynesyen düşünce sol çevrelerde dikkat çekmeyi başardı. Bu düşüncenin programı ise, finansal kriz sonrası neoliberal politikalara karşı New York Zuccotti Park’ta, Atina Sintagma meydanında, Madrid Puerta Del Sol’da yükselen tepkisel hareketler ile iklim değişikliği eylemlerinin söylemlerinin buluştuğu bir manifestoya dönüşen Green New Deal (Yeşil Yeni Düzen/Anlaşma) oldu.
Avrupa´da Corbyn’nin İşçi Partisinin yanı sıra Yunanistan maliye eski bakanı Yanis Varoufakis´in hareketi DiEM25’in, İspanya’da Podemos’un ve birçok siyasi grubun programına entegre ettiği Green New Deal; Paul Krugman, Joseph Stiglitz gibi piyasa ekonomisinin eksiklerini regülasyonlar ile gidermeyi öngören ana akım Keynesyenlerden farklı olarak – kısaca özetleyecek olursa – ekonominin kapsamlı bir transformasyonu için devletin sosyal ve ekolojik programları bütçe açığını bir sorun olarak görmeden para basarak finanse etmesini öneren post-Keynesyen teorilere dayanmaktadır (bu teoriye göre vergilendirme finansmandan ziyade enflasyonu frenleme için bir enstrüman).
Hem yeşil enerji için büyük altyapı yatırımları, hem de bu yatırımların yaratacağı yeni iş alanları sayesinde herkese iş garantisi öneren bu görüş 2020 Amerikan Başkanlık seçimi için aday belirleyecek Demokratların tartışmalarını da domine etmiş durumda. 2019’da Amerikan temsilciler meclisine giren 1989 doğumlu Alexandria Ocasia-Cortez sayesinde ünlenen Green New Deal, Cortez’in de desteklediği Başkan aday adayı Bernie Sanders´ın da ana seçim programı oldu.
Demokratların sol kanadını temsil eden Sanders’ın liberal merkezi temsil eden Joe Biden ve Mike Bloomberg’a karşı kazanacağı bir zafer Green New Deal’i Demokratların projesi haline getirebilir ve sağ popülist Donald Trump’ın karşısına bu proje ile çıkılmasını sağlayabilir. Kemer sıkma politikaları karşıtlığı (anti-austerity) ile başlayıp kendi paradigmasını oluşturmaya başlayan bu yeni sol Brexit’in gölgesinde bir seçim kaybetmiş olsa da Green New Deal ile Beyaz Saray’ın kapısına kadar dayanmış durumda. Anlaşılan eski sol öldü ama yeni bir sol doğuyor…

Melih Şengölge, Akademisyen
1 Comment