Covid19 pandemisi ile mücadele politikaları bir yandan ekonomileri resesyona sürüklerken diğer yandan hava kirliliği gibi ekolojik değerlerde olumlu yönde değişimlere neden oldu.
Ekonomik büyüme ve ekoloji arasındaki bu ikilem ekonomik küçülme (degrowth) ya da mutluluk indeksleri (post-growth) gibi farklı stratejileri ön plana çıkardı. Dünyanın yaşanabilir bir gezegen olarak kalmasını amaçlayan bu stratejilerin temelindeki çekinceler çok meşru olmakla birlikte 2008 finansal krizinin ve 2020 pandemisinin sebep olduğu işsizlik ve yoksulluk da en az iklim değişikliği ve doğa tahribatı kadar insanlığı etkileyen sorunlar olarak karşımızda durmakta. Bir yandan 8 milyarlık dünya nüfusunu refah içinde veya en azından insana yaraşır koşullarda yaşatmak ve aynı zamanda mavi gezegenin yaşanabilir olarak kalmasını sağlamak çok karmaşık görünse de bu iki krize aynı anda bir çözüm bulmak için çok zamanımız kalmadı.
Fosil yakıtlarla beslenen ekonomik büyümenin sürdürülebilir olmadığı artık aşikar. Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin 2018 yılında yayınladığı rapora göre önümüzdeki 10 sene hayati önem arz ediyor (https://www.ipcc.ch/sr15/). Siyasi ve sivil çevrelerde etki yaratan bu rapor ve ardından yükselen toplumsal hareketler bu konuyu gündemlerine pek almayan merkez partilerin dahi ekoloji konusunu sıkça dillendirmelerine sebep oldu. Hatta Avrupa Komisyonu yakın zamanda sosyal politikaları içermeyen bir yeşil ekonomiye geçiş programı olan Yeşil Düzen (Green Deal)’i açıkladı (“Deal” teriminin çevirisinde farklı görüşler olmakla birlikte ben Franklin D. Roosevelt’in 1932 yılındaki konuşmasında vurguladığı anlamda “düzen” olarak kullanmayı tercih ediyorum) .
Başta iklim değişikliği olmak üzere çevresel sorunlarin neoliberal siyasetçilerin dahi gündemine girmiş olması, başka bir tabirle ekolojik politikaların ana akım söyleme hakim olmaya başlaması sevindirici olmakla beraber bir yandan da çevresel bozulmanın maliyetini ulaşıma uygulanan karbon vergisi benzeri politikalarla tüketicinin sırtına bindirilmesi eğilimi baş gösterdi. Bunun en yakın örneğini Fransa’daki sarı yelekliler eylemlerinde gördük. Fransa devlet başkanı Macron’un ekolojik nedenlerle yürürlüğe koyduğunu iddia ettiği yakıt vergisini protesto etmek için başlayan eylemlerde protestocular “hükümet dünyanın sonundan bahsediyor biz ise ayın sonundan bahsediyoruz” diyerek konunun iki taraflı olduğunu tüm dünyaya ilan ettiler (Le Monde, 24 Kasım 2018).
Benzer bir tartışma da bir süredir Berlin’deki Yeşiller ile Sosyal Demokratları karşı karşıya getiriyor. Organik ürünlerin satıldığı ünlü bir pazar halinin içindeki ucuz market zinciri Aldi’nin şubesi bir süredir Yeşiller’in hedefinde. Yeşiller Aldi’nin üreticiye baskı yaptığını, bu sayede ürünleri olması gereken fiyattan çok aşağıya sattığını, bunun da ekolojik olmayan üretim ve tüketimi desteklediğini ayrıca bağımsız organik ürün üreticilerine ve satıcılarına darbe vurdugunu iddia ediyor. Sosyal Demokratlar ise Aldi benzeri ucuz gıda marketlerinin krizlerle alım gücü iyiden iyiye düşen düşük gelirli kesimin organik ürünler dahil birçok gıda ürününe ulaşabilmesine olanak sağladığını savunuyor. Yeşiller, Sosyal Demokratları ekolojik yıkıma sebep olan büyük şirketlerin lobiciliğini yapmakla suçlarken, Sosyal Demokratlar da Yeşilleri yüksek maliyetli organik ürünleri satın almaya gücü yeten zengin semtlerin burjuva-bohem sınıfının sözcülüğünü yapmakla itham ediyor. İki tarafin argümanlarına teker teker bakıldığında tartışmalarda herkes haklı görünüyor. Ne iklim değişikliği ve çevresel bozulma ekonomik kriz bahanesiyle ikinci plana atılabilecek durumda ne de küresel ekonomik krizin vurduğu kitleler daha fazla kemer sıkmaya gönüllü…
O yüzden yapılması gereken bir yandan halkın alım gücünü yükseltirken bir yandan da yeşil ekonomiye geçişin hızlı bir şekilde tamamlanması. Bunun için sürdürülebilir ve kapsayıcı bir büyümenin hedeflenmesi gerekiyor. Büyümenin ekolojik olarak sürdürülebilir olmasının yolu yeşil teknoloji devriminden geçiyor. Bütün sektörlerin bu misyona yönlendirilmesi ve bunun önderliğini de bilgisayar teknolojisi, uzay teknolojisi, biyoteknoloji, nanoteknoloji gibi alanlarda olduğu gibi kamu kurumlarının yapması kaçınılmaz. Yeşil teknoloji misyonu ve bu misyona yönlendirilmesi gereken projeler (yenilenebilir enerjiler, geri dönüşüm, karbon depolama, okyanusların plastikten arındırılması, plastik alternatifleri, yapay et, alternatif tarım, elektrikli araçlar, asteroit madenciliği ve daha birçokları) için kamu kurumlarının özel sektörün almaktan çekindiği erken dönem yatırım risklerini alması ve gerekli yatırımları yapması gerekiyor; çünkü Apple, Tesla, SpaceX gibi inovatif olarak lanse edilen şirketlerin arkasında aslında NASA, DARPA ve CERN gibi ulusal ve uluslararası kamu kurumları ile birçok üniversite laboratuvarının çalışmaları ve buluşları yatıyor. Avrupa Komisyonunun programı kamunun bu dikey yönlendirme görevini atlayarak kendini sadece yeşil teknolojiye yatırım projelerine verilecek yatay teşviklerle kendini sınırlandırıyor.
Girişimci Devlet ve Misyon Ekonomisi kitaplarının yazarı Prof.Dr. Mariana Mazzucato iklim değişikliği, toplam nüfusun ve yaşlı nüfusunun artması, kanser ve tehlikeli virüsler gibi büyük zorluklara karşı tek tek sektörlerin analiz edildiği ekonomik anlayışın yerine misyon ekonomisine geçilmesi gerektiğini belirtiyor. Bu anlayışa göre piyasa ve sektörlere belirlenen misyonlara göre yön verilmeli, ciro odaklı sektörel büyüme tek başına bir başarı kriteri olarak kabul edilmemeli. Avrupa Komisyonunun onayı ile Fransız hükümetinin Renault şirketine pandemi döneminde kurtarma paketi olarak verdiği 5 milyar Euro’u elektrikli araç üretimine odaklanılması koşuluna bağlaması misyon ekonomisi politikalarının en basit örneklerinden biri olarak sayılabilir. Şunun da altını çizmek gerekir ki; yeşil inovasyon ve yeşil ekonomiye geçiş bahsettiğimiz büyük zorluklara karşı misyonlardan sadece bir tanesi. Örneğin; sağlık alanında neden Ebola aşısının geç bulunduğu ama Covid19 aşısının rekor sürede kullanıma sunulduğu sorusunun arkasında da özellikle Batı ülkelerindeki kamu kurumlarının fonlarının ve araştırmalarının tamamen bu misyona/projelere yönlendirilmiş olması yatıyor.
Teknoloji öncülüğündeki akıllı(smart)-sürdürülebilir büyümenin kapsayıcı olabilmesi, yani yeni teknolojik buluşların ödüllerinin sadece silikon vadisindeki birkaç girişimci, sermaye sahibi ve profesyonel yöneticide yoğunlaşması yerine topluma yayılması için yeşil ekonomiye geçiş misyonu kapsamında yürütülecek erken dönem kamu ve sonrasındaki kamu-özel ortak projeleri ile yaratılacak yeşil işlerde talep eden herkesin çalışması garanti edilmelidir. Yeşil iş yaratma ve yeşil iş garantisi olarak özetleyebileceğimiz bu program aslında neoliberal Yeşil Düzen (Yeşil Mutabakat) ile sol Keynesyen Yeşil Yeni Düzen (Green New Deal) arasındaki ikinci ana fark olarak görülebilir (ilk fark kamunun misyonlarla piyasayı dikey yönlendirmesi). İstihdam yaratılması ve iş garantisi verilmesi modeli, 1929 Büyük Buhranı sonrası ABD başkanı Franklin D. Roosevelt’in işsizler ordusuna yeni iş alanları yaratmak için başlattığı altyapı projeleri sayesinde toplam talebi artırarak ekonomik toparlanmayı hızlandıran Yeni Düzen (New Deal) politikaları ve post-Keynesyenlerin tam istihdam kuramına dayanıyor.
Bu sosyal modelin yeşil ekonomiye geçiş misyonuna entegre edilmesi ile ortaya çıkacak politikalar bütünü, ekolojik ve ekonomik krizden birlikte çıkışın anahtar programı olacaktır.
Melih Şengölge
Sosyal Bilimci
Berlin Humboldt Üniversitesi
Olmamış.