Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye endişe etme.
Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden iyi olmayacağını?
Şems-i Tebrizi
Dünya bir alt üst oluş halinde. Öyle ya da böyle, yarın bugün olduğu gibi olmayacak. Yıllar içinde biriken öfke, stres ve yalnızlık hisleri bir süredir zaten kendini sosyal patlamalar olarak gösteriyordu, bunun üzerine pandeminin yarattığı bıkkınlık da eklendi. Bir çok kişi her zaman olduğundan daha fazla korkuyor olmalı, ‘Nerden çıktı bu pandemi? Hayatımız alt üst oldu’ diyorlar eminim. Mesele şu ki hayatımızın altı bazen üstünden daha iyi olabilir. Burada öğrendiklerimiz her şey normalleştiğinde nasıl bir dünya istediğimizi bize açıklıkla gösterecek. Sorun şu ki adil bir yaşamı birlikte istemeyi öğrenemezsek, yarın her birimiz yalnız başımıza öfke, stres ve yalnızlık içinde yitebiliriz, bugün olduğu gibi.
Bu doğrultuda gençler, kuşak ve prekaryalık (güvencesizlik) konusunu ele almadan önce Türkiye’de bir konuyu tartışmaya çalışmak –bir genç olarak tartışmaya çalışmak – ne anlama geliyor, onunla ilgili söyleyeceklerim var. Hepsinin arasında kuvvetli bir bağ olduğunu düşünüyorum.
Dünyada yapılan tartışmalarla halihazırda Türkiye’de yapılan tartışmalar arasındaki farkın şiddetine ve niteliğine şaşırmamak elde değil. Hep mi böyleydi yoksa son yılların eseri mi bu durum bilmiyorum. Söz gelimi günümüz dünyasında önemli tartışmalar sunan Project Syndicate, Jacobin ve Open Democracy gibi dünyanın çeşitli yerlerinden entelektüellerin bir araya geldiği platformlarda paylaşılan yazıların ardından yapılan tartışmanın polemik düzeyi az, bilimsel iddia, gözlem ve veri yönü ise oldukça kuvvetli. Dahası bu gibi yerlerde bakış açısı içeriye kapanmış durumda değil. Dünya takip ediliyor ve gerekli bağların kurulduğu yazıları görüyoruz. Türkiye’de yapılan mevcut tartışmaların ağır bir kısmı ise ya iktidarın yarattığı gündem içerisine ve içeriye hapsoluyor ya da polemikler içerisinde kayboluyor.
İktidarın yarattığı gündemin dışında yer alan ve yenilikçi bir hamleyle farklı konularda üretimde bulunulduğunda ise gelen tepkiler arasında şunları görüyoruz: «Kendini öne çıkaran, projeci, kibirli, Batıcı, Sorosçu, fazla özgüvenli, hain, y-CHP’li, hırsız, vd.” İnanılması güç ama bilimsel bir tartışmaya elinizde bir iddia ile girdiğinizde – ya da bunu açmaya çalıştığınızda – toplumun çok farklı kesimlerini – sol, sağ farketmiyor – birleştiren büyük bir unsur olarak yenilik karşıtlığını ve belki de lümpenliği görüyoruz. Bu durum ne yazık ki Türkiye’deki entelektüelleri dünyadaki tartışmaya dahil olmaktan alıkoyuyor, ister istemez düşüncelerinizin akışını belirleyen ve sizi polemikçi bir pozisyon almaya iten bu durum entelektüel sığlığa ve tartışmasız boğucu bir ortama sürüklüyor.
Türkiye’de mevcut haliyle en ileri tartışma ise muhalefetin ne yapması gerektiğine odaklanıyor. Dünyadan ve tarihten demokratikleşme örnekleri üzerinde düşünülüp tartışılıyor. Ancak bu oldukça yeni olan yaklaşım da çoğunlukla yaftalamayı seven gruplar tarafından aynı şekilde boğulmaya çalışılıyor. Boğmaya çalışanlar ise sanıldığının aksine ülkede iktidar değil, kurulu pozisyonunu ve kurum-içi iktidarını kaybetmek istemeyen muhalefet mahallesinde yer alanlar.
Elbette bu durumun oluşmasında mevcut iktidar ve muhalefetin siyasal anlayışının yaratıcı olan hamleleri kıstırması ve ülkeyi çöle çevirmesi de etkili. «Ee burada bu kadar işte» demeye başlıyorsunuz. Kaybın başladığı an. Tamamıyla içe çekilmiş, bakışını dışarıya kapatmış, birbirlerine karşı sadece polemik düzeyinde ahkam kesen ancak asla hakiki bir tartışma yürütmeyen dolayısıyla diyalog kurmayan bir politik zaman-mekan düzlemindeyiz. Geçici olduğunu ummak istiyorum, geçmesi için çok çalışmak gerektiğine de inanıyorum.
Esasında büyük aydınların yaptığı büyük tartışmalar dönemi oldukça geride kaldı. Dünyanın dönüşümü, piyasalaşmanın artması, bireyleşmenin norm haline gelmesi, siyasetin profesyonelleşmesi, akademinin kriterci dönüşümü ve güvenlik algısının öne geçmesiyle sözü bir kıymet-i harbiye taşıyan aydın profili büyük yara aldı. Kamusal diyorduk, artık kriterlere uygun entelektüel diyoruz. Malum yükselebilmek, maaş alabilmek ve güvenli limanlarda konforlu bir şekilde bilimsel faaliyetlere uygun sözleşmeler ve kadrolar için kriterlere uymak şart. Akademyada hayatta kalmanın yolları rahat bir izolasyondan geçer. Mevcut kriterler sağlandıktan sonra elde edilen statüler, toplantılarda kazanılan ayrıcalıklı konum ve sosyal sermayeyi elde tutma isteği ile kriterci aydınla karşıyayız.
Bu kriterci aydın, yeni dönemin esas çizgisini oluşturuyor. Yaratıcı ve yeni bir sözü ya da iddiası olanı bastırmak, kendi gibi olanı korumak ve yükseltmek – ancak mutlak şekilde kendisine bağlayarak ve boyun eğdirerek – derdinde. Bu aslında Pierre Bourdieu’nun kültürel üretim alanını incelerken ortaya koyduğu statükocu-aykırı ikilemine benziyor.
Alanı tutmak ve eski kriterlerin devamını isteyen eski kültür üreticileriyle alana yeni giren/girmeye çalışan ve mevcut düzlemin kurallarını kabul ettiği halde yeni bir kelam getirmek isteyen aykırıların mücadelesi. İkisinin mücadelesi mutlak şekilde bir tartışma getiriyor. Burada iddialar, gözlemler, kavramlar bir bütün olarak çarpışmaya giriyor. Ancak Türkiye’deki çarpışma koşulları kritercilerin ve statükocuların ellerinde o kadar kuvvetli bir halde ki, aykırıların tartışma yürütmesine dahi izin verilmiyor. Bunda da siyasi ortamın etkisi, kişisel çekişmeler, önceki dönemlerde yer alan çoraklaşmalar ve yeni olana duyulmayan güven var.
Türkiye’de aykırı olanlar ya da yeni iddia sahipleri en hafif tabirle kibir taşımakla nitelendiriliyor. Ancak kültürel üretim alanında birini kibirle nitelemek, yaptığını itibarsızlaştırmaya çalışmak ya da onun doğrudan belli bir görüşün savunucusu olduğunu ilan etmek – ha bu mu? bu zaten Marksist, liberal, Weberci, Gramscici vs. ya da şu siyasi partinin uzantısı ve/veya o zaten politiktir demek gibi – aslında statüko ve aykırılık arasındaki mücadelede bir yok etme ve polemik aracı olarak kullanılıyor. Kısacası bilim değil iktidar isteği öne geçiyor. Türkiye’de bilimsel kılıf altında sunulan bilimsel eleştirilerin polemik yönü işin tamamıyla bir iktidar meselesi olduğunu gösteriyor. Öte yandan bir avuç insan bir avuç adacıkta halen bunun tersini yapmaya çalışıyor. Ancak ezici bir çoğunlukta tartışma yok, sadece tahakküm ve yok etme isteği var. Hal böyle olunca Türkiye hem siyasi hem bilimsel anlamda bir aydın mezarlığına dönüşüyor.
Bu açıdan şunun görüldüğüne inanıyorum: Türkiye’nin bir aydın mezarlığına dönüşmesinde sadece somut siyasi ortamın değil aynı zamanda aydınlar arasında kurulan iktidar ilişkilerinin de büyük bir payı var. Herkesin herkese düşman olduğu, herkesin kendini iktidar olarak gördüğü kendi mahallesinde kalma ve tartışmaktan/iddialardan ziyade polemikle karşısındakini yok etme/itibarsızlaştırma isteği büyük bir tuzakta olduğumuzu gösteriyor.
Öte yandan buna karşı, ‘aykırıların’ cesurca bir araya gelmesi önem arzmekte. Mevcut ilişkiler ve ortaya çıkan pratikler ebedi değil tam tersine büyük bir iktidar ilişkisi – güçlü, güçsüz ve aynı anlamda manipüle eden, edilen – barındırdığından ötürü son derece kırılgan. Burada aykırıların yaptıkları işler, ettikleri kelamlar ve alanın güçlülerine karşı tuttukları strateji büyük önem taşıyor. Gelecek tam şu anda bizim pratiklerimizle kuruluyor, buna yön veren ise aykırıların birliği ya da dağınıklığı olacak. Başka bir kurtarıcı yok. Bunu beklemeyin. Aykırı olanın doğası itibariyle genç olması bu ikisi arasındaki ilişkinin ne olduğunu sorgulamaya itiyor. Takip ettiyseniz görmüşsünüzdür son dönemde Z kuşağına referans vermek moda haline geldi. Dolayısıyla bu bir yönüyle Z kuşağının yukarıdaki aykırılar olup olmadığı ve bunların birliğinin mevcut ilerlemeyi getirebileceği ihtimallerini düşündürtüyor. Gerçekten o aykırılar Z kuşağı mı?
Gezi Parkı protestoları 2013 yılında tüm ülkeyi sarmışken, çok benzer bir dokunuşun yapıldığını hatırlıyorum. Buraya katılanlar için bu gençler Y kuşağı denildi. Y kuşağına bir şeyleri kolay kolay kabul ettiremezsiniz onlar özgür ruhludur denildi. O güne kadar bütünüyle apolitik olduğu ve tepkisiz yığınlar olarak kaldığı söylenen gençler bir anda politik bir karşı çıkış ihtimali barındıran bir kuşak olarak anılmaya başlandı.
Dizilere, filmlere, yorumlara, tweetlere konu oldu. Gel zaman git zaman belli ki Y kuşağından geriye hiç bir şey kalmadı, bugün ‘dislike’ olayında ya da yerel seçimlerdeki tercihlerinde ve bir çok konuda gençlerin anne-babalarına göre farklı düşüncede olduklarından yola çıkılarak bu kez de Z kuşağının karşı çıkışını konuşur olduk. «Gençler şöyle davranıyor ve bu kuşağın en büyük göstergesi» diye başlayan cümleler sosyal dönüşümleri, siyasi dokunuşları, ekonomik verileri dikkate almıyor. Gençlerin davranışları başlı başına inceleniyor ve incelenmesi gereken esas obje gibi hareket ediliyor. Aradaki kuşaksal farklılıkların ne olduğu, nasıl ortaya çıktığı, Y denilenin nereye gittiği, ortak kolektif bir kimliğe sahip olmak için nelerin barınması gerektiğini tartışmıyoruz bile. Eeeh, Z diyelim, basıp gidelim işte, ne gereği var tartışmanın. Kibirli miyim, batıcı mıyım, fazla mı özgüvenliyim yoksa y-CHP’limiyim neyim.
Bu noktada şunu eklemenin faydası var. Toplum biliminde sosyal olgular ile ilgili düşünceler ve iddialar arasında bir tutarsızlık ya da kopukluk olduğunu seziyorsanız orada Amerikan sosyal bilimler geleneğini arayın derim. Bu gelenek, davranışlarıöne çıkarır ve işin toplumsal arka planını genellikle görmezden gelir. Bunun herkesi aynı kefenin içine koyan özcü bir yaklaşım olduğunu düşünmeyin. Birleşik Devletler’de yer alan bir çok bölümde bu konuda adeta karşı savaşım veren akademisyen ve entelektüellerin olduğunu da unutmayalım.
Peki nedir bu davranışçı yaklaşım? Farklı dönemlerde ortaya çıkan sosyal olguların bağını kurmaktansa bunları izole edip ayrı olarak değerlendirir. Bu yaklaşım sınıfsal açıklamalar gibi uzun erimli/dönemli yapısal açıklamaların karşısında bireyi öne çıkarır. Y-Z kuşağı tartışmasını da böyle okuyorum, 2013’te moda olan ve ses çıkaran o dönemin gençleriydi, hatırlanıldı, öne çıkarıldı ve sonra unutuldu. Dahası o gençlerin önemli bir kısmı Türkiye’yi terk ettiler. İşsizlik, siyasi ortamın boğuculuğu, kadın-erkek ilişkilerinin kadınları varoluşsal bir şekilde can güvenliğinin bile olmadığı hissine yöneltmesi bu kuşağın bir kısmının sürgüne gitmesine, bir kısmının burada siyasal depresyon içinde yitip gitmesine, büyükçe bir kısmının da güvencesiz koşullarda hayatta kalabilmek için yalnız başına çabalıyor olmasına vardı. Kimse Y kuşağını konuşmuyor, çünkü bilimsel olarak tüketildiler ama sosyal ve siyasal olarak büyük acılar yaşadılar ve bu durum steril akademinin çoğunlukla umrunda değil. Çoğunun derdi kriterleri yerine getirmek, ufak bir azınlık bunun dışında üretmeye ve halen toplum için çalışmaya devam ediyor ama onlar da mevcut siyasal saiklere takılıyor ve eleniyorlar, çoğu zaman kamu önünde tartışmaya dahi çekiniyorlar. Anlıyorum, hiç bir eleştiri de getirmiyorum bu duruma ama yine de durum bu.
Bugün ise Z kuşağı gençleri öne çıktı hatırlanıldı, açıklayıcı olarak onların davranışları öne koyuluyor. Ancak yarın unutulacaklar, başka bir moda açıklama biçimi karşısında. Bu açıdan Z kuşağı yorumlarını bir tartışma değil bir moda dergisi okumaya benzetiyorum. Tüketilene kadar orada kalacaklar. Türkiye bilimine 1980’den sonra özellikle damga vuran Amerikan sosyolojik geleneğini gölgeye aldığımızda ise başka yaklaşımların yükselebildiğini görüyoruz.
Belki bizde bir tartışma yok ama şükürler olsun ki Avrupa sosyoloji geleneği var. Elbette bununla birlikte Türkiye sosyal bilim geleneği hırpalanmasına rağmen kendi geçmişine sahip. Toplumcu yönleri kuvvetli olan bu dönemi okuyup irdelememiz gerekiyor. Toplumsal olguların bütünüyle birey davranışıyla açıklanmadığı ve birey ile yapılar arasında bağ kuran bir gelenek. Dahası adil bir yaşam için nasıl bir sosyal bilim istiyoruz sorusuna da yanıtları var.
Türkiye bilimine ve akademisine belki de 1980’den önce ağırlığını koyan ancak 1980 sonrasının Amerikanlaşan dünyasından nasibini alan ve geri çekilen bu geleneğin temsilcileri bugün sosyal güçlerini kaybetmiş gözüküyorlar. Türkiye’desosyal bilimlerin daha önce büyük bağlar kurduğu ve büyük gelişme sağladığı Avrupa geleneğine geri dönmesi ve atılımlar yapması gerekiyor. Elbette bunun siyasi getirileri de var. Amerikan geleneği ezici bir şekilde bireyci, kariyerist ve oksi-moron bir sosyal bilimler tablosuyla bizi karşı karşıya bırakıyor.
Bunun son yansıması ise Z kuşağı meselesi. Burada söz konusu olan sadece bir kuşak değil. Yer yok, doğrudan iddiaya gelelim. Söz konusu olan yeni bir toplumsal sınıf ve teknoloji ile yeni değerlere uyum sağlayan hayat tarzlarının içiçe geçtiği bir toplumsal kümelenme. Ancak bu kümelenme sadece gençler ya da kadınlar gibi bir kimlik grubuna ait değil. Söz konusu olan bir çok kimlik grubuyla kesişimsel bir bütünlük oluşturan küresel anlamda ortak bir deneyim, toplumsal his ve gelecek algısı yaratan bir toplumsal sınıf-kimlik kombinasyonu. 2008 yılından bu yana yaşanan pek çok sosyal hareketlilikte bu sınıf-kimlik kombinasyonunun izlerini görmek mümkün. Etkileri ve sesleri giderek artıyor. Açıklayıcılıkları da öyle.
Yukarıda bahsettiğim kesişimsel noktalardan en canlı olanı yaşları 15 ile 34 arasında olanlar arasında olduğu için gençlerin tartışmasını önde görüyoruz. Söz konusu toplumsal sınıfı prekaryalık olarak adlandırıyoruz. Nam-ı diğer uçurumun kenarında olan güvencesizler sınıfı. Bu sınıf pek çok farklı kimlikle bağ kurmasına rağmen en çok gençler üzerinden kendini gösteriyor. Nesilsel önemi burada. Yapılan pek çok çalışma bugünün gençlerinin kendi ebeveynlerine göre göre ilk araba, ilk ev alma oranının ne kadar düştüğünü gösteriyor. Dahası, işsizlik ortamında bulunan ilk işin (buna ilk iş tuzağı diyebiliriz) onları bütün hayatları boyunca izini taşıyacağı bir mesleki ortama ve sosyal konuma itmesi.
Mecbur olarak kabul edilen ilk işin şartlarının son derece kötü olması onları istedikleri ve beklenti duydukları yaşamdan bütünüyle ayrı tutuyor. Eğitim durumları anne ve babalarına çok daha iyi olmasına rağmen diplomalı işsizliği ve güvencesizliği bugün bir sosyal fenomen olarak karşımızda. İş bulunsa bile işyerinde tek-adam yönetimleri karşısında gençler seslerini çıkaramıyor, hedef performans sistemleri altında stresle boğuşuyor, aldıkları ücret hiç bir şekilde masraflarına yetmiyor, borç tuzağına giriyorlar, eğer anne ve babaları onlara yardım edebiliyorlarsa bu yardımlar olmadan yaşayamıyorlar, işyerinde çoğu zaman aşırı rekabetten ötürü kimse iş arkadaşlarına güvenemiyor ve yalnızlık duyuyorlar.[i] Tüm bu durum onların yalnızlık içinde yitip gitmesine neden oluyor. Bunlar tam olarak güvencesizlik dediğimiz durumun yansımaları. Ve hatırlatalım güvencesizlik soyut bir kavramdır. Yoksulluktan çok daha fazlasıdır. Bir sefalet durumudur. Yaşamınızın kontrolünün sizde olmadığı, manipülasyona ve sömürüye açık olma durumunuz ve sosyal güçsüzlük durumudur.
Ancak onları birleştiren deneyimler, hisler, beklentiler bir kırılma anında olunduğuna işaret ediyor. Oku oku ki sınıf atlarsın dediler olmadı, oku oku ki bizim yaşadığımız hayatı yaşama dediler daha da kötüsünü yaşar oldular, oku oku ki kendini kurtarırsın dediler ama kurtulamadılar, oku oku ki saygı duyulursun dediler ama gelin görün ki etraflarında kimse onlara saygı duymuyor, oku oku ki çok iyi bir işe sahip olursun dendi ama işyerlerinde sürekli hor görülmek, dışlanmak, kötü bir maaş ve borçluluk dışında bir şeyle karşılaşmadılar. Oku oku ki bağımsız ol sana saygı duymayı öğrensinler kızım dediler ama o da olmadı. Tersine, bugün sokakta en güvensiz ve güvencesiz hissedenler kadınlar oldu. Bir şeyler altüst oluyor toplumda. Peki bu sadece bir kuşak meselesi mi?
Öte yandan, bunu yaşayanlar sadece gençler değil. Sadece kuşak davranışına başvurmanın imkansız olduğu bir kesişim noktasındayız. Onları yaşadıkları deneyimlere, kuvvetli stres gibi hislere ve birazcık da olsun güvencesi olan bir yaşama iten beklenti silsilesi gençlerden çok daha fazlasını etkiliyor. Büyüme konseptine dayalı ekonomik üretim, dağıtım ve tüketim ilişkisi gündelik hayatı güvencesizlik temelinde kurdu. Zenginler, siyasal elitler ve yöneticiler haricinde kimsenin güvenceli olmadığı bu dünyada prekarya ne sosyal ne bireysel hiç bir güce sahip değil. Güç ve servet dolayısıyla bireysel ve toplumsal refah onlardan gideli çok oldu. Güvencesizlik bir toplumsal güçsüzlüktür. Yaşadığınız ve kurduğunuz ilişkilerde ister işyerinde olsun ister bir kurumda sizi sizden güçlüler karşısında koruyan hiç bir mekanizma olmamasıdır. Bu durumda manipülasyona ve sömürüye açık hale gelirsiniz. Aldığınız ücretler yaşamınızı sürdürmeye yetmeyecek kadar düşük olduğundan borç sarmalına girersiniz, kendinizi güçlü tutmak için alternatiflere sarılırsınız, aile desteği gibi. Ancak o da yoksa büyük bir sefalet durumuyla karşı karşıya kalırsınız.
Siyasi ortamın sizleri boğması ve tamamıyla kendi mahallenize kapatmasının başlı başlına bir siyasi depresyon yaratmasını saymıyoruz bile. Güvencesizlik ile ilgili çalışmalar yapan Regis Pierret güvencesizliğin yoksulluktan daha fazlası olduğunu belirtiyor.[ii] Bir sefalet durumu söz konusu. Bu sefaleti sadece maddi olarak yorumlamaksa güvencesizliği sadece bir yoksulluk durumu olarak algılamaya iter.
Ancak sefalet durumu bütünüyle gelecek algısının yok olduğu, içinde bulunulan koşullardan ötürü yarına duyulan umudun azalması ya da yok olması, borçluluk sarmalı içerisinde beklentilerin karşılanamaması, işsizlik altında işe yaramazlık duygusunun gelişmesi, istihdama girilse bile hiç bir zaman yeterli kaynağa sahip olunamaması, işyerinde ağır rekabet sonucunda güvensizlik ve yalnızlık hissi, işyerlerinde tek adam rejimlerinden ötürü ağır mobbing ve performans baskısı ile saygı duyulmama hissi bu sefaletin diğer bazı veçheleri.
Dünyada adıyla sanıyla prekaryalık olarak ortaya konulan bu toplumsal olgu son 40 yılda kapitalizmin aldığı dönüşümlerle ortaya çıkmış bir durum. Ancak mevcut durum bu güç ilişkilerinin karşısında yer alan ortak/kolektif bir kimliğin doğduğuna işaret ediyor: Prekarya. Kendi hisleri, beklentileri ve deneyimleri var. Dahası siyasal anlamda da dislike gibi şaşırtıcı hamlelerle ortaya çıkabiliyorlar.
İçerdiği farklı toplumsal grupların farklı kimliklerle kesişmesi durumunda prekarya bazen sosyal patlamaları da yaratabiliyor, Fransa’da Sarı Yelekliler, Irak ve Lübnan’daki son sosyal patlamalar ve Şili’deki eylemler gibi. Ya da bazen onları temsil iddiasıyla ortaya çıkan siyasal hareketleri hızlıca iktidara taşıyabiliyorlar, İtalya’da Beş Yıldız Hareketi gibi. Bazen de yeri geliyor, bir çok belediyenin yönetimini alıp sonra da siyasal koalisyonlar aracılığıyla hükümet ortağı olabiliyorlar, İspanya’da Podemos gibi.
Anlayacağınız dünyada adıyla sanıyla prekarya olarak bilinen ve anılan sınıfı biz burada Z kuşağı olarak seslendiriyor ve bunda diretiyoruz. Bunun başlıca nedeni ise yukarıda bahsettiğim Amerikan sosyolojik geleneğinin açıklayıcı etkisini Türkiye’de ezici bir biçimde sürdürmesi bir nedendir. İkinci bir neden siyasi ortamın yaratıcı tartışmalara izin tanımaması. Üçüncü bir neden kişisel çekişmeler. Dördüncüsü hem siyasette hem bilimsel alanda statükoların çok güçlü olması. Ancak bütün bunları topladığımızda kültürel pratiklerimiz ortaya çıkıyor ve bizi tartışmanın çok dışında bırakıyor. Bu açıdan gençlerin kendilerine dayatılanları reddetmesi, güvencesizlerin güçlenmesi, kadınların kendilerine biçileni yırtıp atması mutlaka ve mutlaka sosyo-bilimsel bir karşı çıkışı da gerektirmektedir.
Söylenecek çok şey var ama sizleri daha fazla sıkmamak derdindeyim. O açıdan Z kuşağı meselesinin bir kuşak değil bir toplumsal sınıf-kimlik meselesi olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Tarihin karmaşık ve alt üst oluş yaşanan bir devrindeyiz. Ancak bu yazıyı okuyan tüm arkadaşlara yaşadıklarında yalnız olmadıklarını kendi durumunda milyonlarca benzeri olduğunu ve bundan çıkışın kendileri gibi prekarya ve belki de aykırıların birleşmesinde olduğunu hatırlatmak lazım. Bir sınıfın koşulları onları doğrudan mücadeleye götürür mü, sanmıyorum. O açıdan ister istemez yeni sınıfın organik aydını sayabileceğimiz kültür üretimi alanında yer alan aykırıların dokunuşlarına ihtiyacı var.
Yazının başıyla bu kısmı birleştirecek olursam şunu söyleyebilirim: Aykırılara, siyasal hareketlere ve programlara düşen görev, bu insanların yaşadığı güçsüz ve bütünüyle güvencesiz dolayısıyla sefil hayatı aşmalarını sağlayacak bir rehberlik görevinde bulunmalarıdır. Sefil çekişmelerin, sefil polemiklerin zamanı değil.Bugün prekaryadan geriye düşmek ne yazık ki gündelik yaşamdan geriye düşmek anlamını taşıyor. Bu ise siyasal ve varoluşsal ölüm anlamındadır.
Alphan Telek; İstanPol Akademi Direktörü
[i]Türkiye’de Gençlerin Güvencesizliği: Çalışma, Geçim ve Yaşam Algısı