Azınlık kavramı, değersizleştirici bir unsur olarak kullanılıp iktidarın çoğunluğu yücelten benmerkezci söyleminin satır aralarında, çoğunluğun tiranlığı yeniden üretilmektedir. Oysa ki burada bahsettiğimiz azınlık, satır aralarına sığdırılamayacak kadar kalabalıktır.
Çemberin dışında kalmak
Foucault, “İktidar her yerdedir” derken bu savını şöyle açıklar: iktidar her şeyi kapsadığı için değil, her yerden geldiği için her yerdedir. Foucault’nun ilgisi iktidarın kaynağı veya sınırlarından ziyade tahakkümü uygulama tekniklerine yöneliktir[1] ve iktidar tek bir yerde değil çok boyutlu bir düzlemde işler.[2] Bu doğrultuda aile ilişkileri, eşcinsel bireylerin dışlanması, engeli olan bireylere yönelik davranışlar ve erkekler ile kadınlar arasındaki ilişkiler gibi tüm ilişki biçimleri siyasi ilişkilerdir. Dolayısıyla iktidar, başka ilişki biçimlerinin dışında değil; tam tersine bu ilişkilere içkin bir kavramdır. İşte bu sayede iktidar her yerdedir ve aynı sebeple, gündelik hayatta deneyimlediğimiz birçok süreç çeşitli iktidar ilişkilerinin yeniden üretilmesiniiçerir. Nitekim iktidar ifadesi, seçilmiş hükümet anlamında iktidarı da içermekle birlikte, ondan ibaret değildir.
Benzer bir tartışma düzleminde temsili demokrasinin yetersizliğinin tartışıldığı ve dünya genelinde temsili demokrasinin eksikleri karşısında katılımcı demokrasinin ve farklı katılım yöntemlerinin ön plana çıkarılmaya çalışıldığı günümüz siyasal atmosferinde Alexis de Tocqueville’in 19.yüzyılda yaptığı analizden beri tartışılmaya devam eden bir mesele de çoğunluğun tiranlığı riskidir. Tocqueville’den etkilenen John Stuart Mill’in ifadesiyle demokrasi, farklılıkları ve çeşitliliği koruduğu takdirde özgürlüklere en müsait siyasal ortamı sağlayacak sistemdir[3]. Ancak bu noktada ayırıcı tanı, çoğunluğun azınlığa karşı tutumudur. Zira çoğunluğun azınlığı yok saydığı bir senaryoda demokrasinin sekteye uğrayabileceğini dile getirmek gerekir. Bu nedenledir ki gerçek bir demokraside bu riskten kaçınmak için, Mill’inde söylediği gibi, her bir grubun temsil edilmesi gerekir. Aksi takdirde, azınlıktan tek farkları daha büyük sayılarla ifade edilmeleri olan çoğunluk, geri kalanlar üzerinde eşitsiz ve ayrıcalıklı bir yönetimin sebebi olacaktır. Oysaki demokrasi doğru uygulandığında azınlıkların güçlendirildiği bir yönetim süreci olarak görülmekle birlikte demokratik bir sistemde bireylerin devlet iktidarından kendine düşmesi gereken eşit paydan daha azıyla yetinmemesi gerekir. Hak temelli siyasi eylemler ve azınlıkların siyasal katılımı bu sebeple oldukça önemlidir. Azınlıkların katılımına ket vurulup çoğunluğun fikri ve iştiraki alınan karar ve uygulamalar için hiçbir parantez açma ihtiyacı görmeden yeterli sayılarak eşitliklerden sapılmaya başlandığında; çoğunluk azınlık üzerinde kısıtlayıcı bir etki ve yetki sahibi olduğunda; temsil sekteye uğrar ve katılım giderek daha hayati bir duruma gelmeye başlar. Bu noktada bahsettiğimiz katılım iktidar olan çoğunluğun değil, iktidarın karar ve uygulamalarından etkilenecek olan tüm kesimlerin yönetenleri ya da yönetenlerin kararlarını etkilemeye dönük tüm süreçlere katılımıdır. Diğer bir deyişle, bir tarafın kendini çoğunluk ilan etmesi sebebiyle azınlık olarak nitelendirilen her grubun temsil edilmesidir.
Tüm bunlar göz ardı edilip sunulan hizmetlerden çoğunluğun yararlanıyor olması yararlanmayan veya yararlanamayanları görmezden gelmek için yeterli bir faktör olarak görüldüğünde, bu durum görmezden gelinen ve sunulan hizmetlerden pay alamayan kesimin giderek büyümesinin de önünü açar. Bu da birilerini sistematik bir biçimde çemberin dışında bırakıyor olmak anlamına gelir. Çember dışına itme tutumu, giderek kurumsal ve hukuki düzlemlerde de kendine yer açtıkça, görmezden gelenler aracılığıyla çemberin sınırlarında yeniden üretilir. Mikro ölçeklerde gündelik hayatta tekrar tekrar üretilen ayrıştırıcı iktidar giderek normalleşir ve görmezden gelinenler tarafından da içselleştirilir. İktidarın meşruiyetinin olmazsa olmaz koşulu olan rızanın da denklemden çıkarılması ve içselleştirmenin giderek derinleşmesiyle sosyopolitik, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel alanların her birinde bu iktidarın bilerek veya bilmeyerek yeniden üretilmesi gün be gün eşitlik ve adaleti boğmaya başlar. Eşit yurttaşlık mefhumu siyaset bağlamında tüm mikrofonlardan duyulan bir kavram olmak yerine yüksek sesle söylenmeye korkulan bir fısıltıya dönüşmeye başlar. Eşit yurttaşlıktan bahsedilmeyen bir düzende azınlıklar ne kadar kalabalıklaşırlarsa kalabalıklaşsınlar, azınlık olarak bir takım şeylerden mahrum edilmeye devam ederler.
İşte buraya kadar açıklamaya çalıştığımız ve her gün deneyimlediğimiz veya maruz kaldığımız bu sorunlu politik atmosferde çoklu eşitsizlikler o kadar iç içe geçmiştir ki, sorun ile çözüm arasındaki çizgi giderek bulanıklaşmıştır. Sorunlar büyüdükçe çözümleri yeni sorunlara sebep olmadan uygulamak giderek imkânsızlaşmış; sorunlar sorunları, çözüm gibi görünen girişimler ise yeni sorunları doğurmaya başlamıştır. Karşı karşıya kalınan sorunların sınırsızlığına kaynakların sınırlılığı eklenince azınlıkların sorunları hep daha geriye daha geriye ve daha geriye itilmiş, itildikçe birikmiştir. İşte bu nedenle çözümleri konuşabilmek için siyasetin yapılma biçiminin bir dönüşümden geçmesi gerekmektedir. Aksi takdirde sadece sorunların ve alternatif olarak da başka sorunların mümkünlüğü söz konusuyken bunu en yoğun hissedenler de sorunları liste sonuna ötelenen azınlıklardır.
“Dünyanın en büyük azınlığı”
Birleşmiş Milletler’in “dünyanın en büyük azınlığı” olarak nitelendirdiği 1 milyar engelli birey dünya nüfusunun %15’ini oluşturmaktadır[4]. Türkiye’de ise bu oran %12,29;y ani yaklaşık 10 milyon kişidir[5]. Diğer bir ifadeyle ülkemizde her 8 kişiden 1’i bir engele sahiptir. İlk kez duyanlar bu sayının inandırıcılıktan uzak görünecek kadar yüksek bulunmasının sebebi ise gündelik hayatta engeli olan bireyler ile pek sık karşılaşamıyor olmamızdır. İşte biraz önce bahsettiğimiz iktidarın mikro ölçeklerde yeniden üretilmesi ve içselleştirilmesi meselesi de burada kendini göstermektedir. Sistem hizmetlerin çoğunluğa sunulup azınlıkların çemberin dışında bırakılması şeklinde uygulandığında engelli bireyleri eve kapatırken toplumsal hayatın tüm katmalarından da dışarı itmektedir. 10 milyon kişiyi azınlık olarak nitelendirebiliyor olmak da ancak bu şekilde görünmezleştirerek mümkün olabilmektedir. Azınlık kavramı değersizleştirici bir unsur olarak kullanılıp, iktidarın çoğunluğu yücelten ben-merkezci söyleminin satır aralarında çoğunluğun tiranlığı yeniden üretilmektedir. Oysaki burada bahsettiğimiz azınlık, satır arlarına sığdırılamayacak kadar kalabalıktır.
Ülkemizde veriler güncel ve yeterli olmamakla birlikte uluslararası kuruluşların verilerine göz atacak olursak; 2011 yılında Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Dünya Bankası ortaklığında dünya genelinde toplanan veriler ışığında hazırlanan Dünya Engellilik Raporu verilerine göre engelli olmayan bireyler için %75 olan istihdam oranı engelli bireyler için %44 iken engelli bireylerin %22’si ancak yarı zamanlı işlerde çalışma imkanı bulabilmektedir. OECD verilerine göre Türkiye’de engeli olan bireylerin yoksulluk ve dışlanmışlık riski % 77,1 olarak tespit edilmiştir. Avrupa Birliği ülkelerinde engelli bireylerin %25’i ilkokuldan sonra okulu bırakırken Türkiye’de bu oran %60’tır ve engeli olan bireylerin yalnızca % 6,8’i yükseköğrenimi tamamlayabilmektedir. Dolaysıyla azınlık diye etiketlenen ve görmezden gelinen bu 10 milyon kişinin temel haklara erişim konusunda haksızlığa uğradığı aşikârdır. Tartışılması gereken ise bu erişilebilirlik sorununun neden ve nasıl çözülemediğidir. Bunu anlamak için de belki öncelikle engellilik meselesinin dönüşümünü, bir sosyal olgu olarak nasıl oluşmaya başladığını ve nasıl şekil değiştirdiğini anlamak gerekir.
Aristo’nun beden hiyerarşisinden güncel siyasetin muhtaçlık söylemine
Aslında bu yazıya temel olan sav, engelliliğin toplumsal bir inşa, bir söylem ve sosyal bir mesele olduğudur. Engellilik, engeli olan bireyin içkin bir özelliği değildir. Bireyin yeti yitiminden kaynaklı durumu bazı şeyleri engeli olmayan bireylere göre farklı şekil ve düzeylerde yapması veya yapamamasıyla sonuçlanabilir. Ancak engellilik; sosyo-politik, sosyo-kültürel ve bunlara bağlı çevresel şartlar ve bunlara sebep olan sosyal politikalar tarafından bireyin maruz bırakıldığı bir durumdur. Bir eşitsizlik, bir erişilebilirlik, bir perspektif meselesidir. Bu bakış açısının kökenleri Antik Yunan’a kadar gider ve engellilik meselesinin görülebilir olan ile ilgili boyutu Aristo’nun tespitlerinde kendine beden tartışmaları bağlamında yer bulmuştur. Bedensel farklılıkların tipik ve sapmış olarak nitelendirilen iki nokta arasında konumlanan bir hiyerarşi ölçeğinde değerlendirilmesi ve görünüşü temel alan idealizasyon algısı sebebiyle kimi bedenlere “tamlık”, kimi bedenler “eksiklik” addedilmiştir. Bu tartışma kadınlığın sakatlanmış erkeklik olarak algılanmasıyla başlar ve beden üzerinden yapılan bu hiyerarşizasyona göre erkek, beyaz ve engeli olmayanın görünüşteki üstünlüğü doğallaştırılırken; kadın, siyah ve engelli olanlar bedensel farklılıklarından ötürü değersizleştirilmişlerdir. Toplumsal bir mesele olarak ayrımcılık temelinde yükselen bu bakış açısı meselesi oldukça önem arz etmekle birlikte burada yürüteceğimiztartışma daha ziyadesosyopolitikbiz düzlemde konumlanacaktır. Zira toplumsal bir sorun olarak karşımıza çıkan bu bakış açısınınve engeli olan bireylerin aslında hayatlarının bir alanını ilgilendiren engeli tüm benliklerine mal etme durumunun tüm yurttaşlara eşit bir sosyal hayat sağlama sorumluluğunun altından kalkamayan yönetimlerce benimsenmesiyle başlayan muhtaçlık yaratma sürecinin bir sosyal yardım düzeneğine evrilişini anlamak, engellilik meselesinin temellerini anlamakla mümkün olacaktır.
Genel anlamda engellilik meselesinin ele alınışı birbiri ardına gelen üç model çerçevesinde değerlendirilir. Bunlardan ilki, Ortaçağ’da engellilik durumunu bir anomali olarak değerlendiren ahlaki modeldir. Bu modelde engelliliğin bir çeşit demonizmle benzeşmesinin uzantısı olarak engeli olan bireyler genellikle dini yardım çatıları altında izole edilmişlerdir. Bunun günümüze kadar uzayan etkileriyle ilgili bir tartışma yürütmek bu yazının konusu olmayacaktır ancak şunu belirtmek gerekir ki muhtaçlık söylemi, görece ilkel kalmış bu bakış açısıyla beslenmeye oldukça elverişlidir.
19.yüzyılın ortalarında ise rasyonelleşme süreciyle birlikte engelliliği tedavi bağlamında ele alan tıbbi model ortaya çıkmıştır. Sanayi Devrimi’nin getirdiği makineleşmeyle birlikte hız ve makinelerle çalışacak beden gücünün önem kazanması engelli bireyleri iş gücü piyasasının dışına iterken, bir yandan da makinelerin sebep olduğu iş kazalarının artışıyla engelli birey sayısı da artmıştır. Bu niceliksel artış engelli bireyleri daha kalabalık ve daha görülebilir bir hale getirirken beraberinde iyileştirme yaklaşımını da getirmiştir. Artık ahlaki bir çöküntü değil bir patoloji olarak algılanan engellilik doktorların uzmanlığına devredilirken bu modele getirilen en büyük eleştiri insanları normal ve anormal olarak sınıflandırması sebebiyle ayrımcı tutumu beslediği olmuştur. Diğer bir deyişle engelli bireylerin engeli olmayanlar tarafından toplumdan ayrıştırılması fikri eleştirilere maruz kalmıştır. Zira düzeltilmesi gereken engelliler değil, engellilerin hayatlarını zorlaştıran koşullardır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında savaş sebebiyle sayıları artan engelli bireyler için bu kez vatandaşlık haklarından bahsedilmeye ve engellilik meselesinin bir hak mücadelesimeselesi olduğu dile getirilmeye başlanmıştır. Özellikle 70’li yıllardan itibaren yoğunlaşan hak hareketlerinde engellilik meselesi aslında bir eşit yurttaşlık meselesidir ve hareketin en önemli vurgusu engelli bireylerin temel vatandaşlık haklarının şimdiye kadar görmezden gelindiğidir. Bu hak temelli mücadeleler tıbbi modelin yerini alacak olan sosyal modelin de önünü açmıştır. Bu hareketlerin İngiltere ve Amerika’da engelli akademisyenler tarafından başlatılması engelli bireylerin sürece dahil olabildiklerinde sağlayacakları dönüşümün önemli bir göstergesi olmuştur. Bu hareketlerin etkisiyle ortaya çıkan sosyal model soruna odaklanan tıbbi modelin aksine çözüme odaklanırken farklıları öne çıkarmayı değil bütünleştirici bir bakış açısını benimsemiştir. Bu özellikleriyle sosyal model engelli bireylerin politikleşmesinin de önünü açmıştır. Sonraki süreçte de yukarıda bahsettiğimiz Dünya Engellilik Raporu tanım ve kavramların standardizasyonu için geliştirdiği ve ICF (International Classification of Functioning) olarak bilinen İşlevsellik, Yetiyitimi ve Sağlığın Uluslararası Sınıflandırılması ölçeği ile engelli olma durumunu biyo-psiko-sosyal bir etkileşim olarak kapsayıcı ve bütünleşik bir hale getirmiştir. Buna göre engelli olma durumu bireysel olduğu kadar çevresel faktörleri de barındıran çok boyutlu ve dinamik bir meseledir.
Türkiye’de sosyal modelin kendini gösterebilmesi ancak 90’lı yılların ikinci yarısından sonra Avrupa Birliği uyum süreciyle birlikte mümkün olmuş ve genel anlamda Türkiye’de engelli bireylerin haklarına yönelik çalışmalaruluslararası anlaşmalar düzeyinde bir gereklilik vesilesiyle yapılmıştır. Ancak bu önemli adımlar ilerleyen dönemde yalnızca kâğıt üzerinde kalabilmiştir. Hükümet programları kronolojik olarak incelendiğinde gözlemlenebileceği üzere Türkiye’de engelli bireylere yönelik politikalar uluslararası antlaşmalar öncesinde sosyal modelden ziyade tıbbı model çerçevesinde ve sosyal yardım kapsamında ele alınmıştır. Engelli bireylerin bağımsız yaşamasını değil aileye bağlı olarak bir yaşam sürdürmelerini destekleyen politikalar AB süreci sonrasında da bir yandan devam ederken bir yandan imzalanan antlaşmaların gerektirdiği hukuki ve kurumsal düzenlemelerin yapılması teori ve pratik arasındaki çelişkiyi giderek büyütmüştür.
Kısır döngü
Aslında gelişimsel bir kronoloji içerisinde dönüşüp ve hakim paradigma olarak birbirinin yerini almalarına rağmen bu modeller Türkiye’de eş zamanlı olarak var olmaya devam etmişlerdir. Fakat ne yazık ki bu eş zamanlılık biyo-psiko-sosyal modeldeki eş zamanlılık gibi bir bütünsellik içermediği için kapsayıcı ve etkileşimsel de olamamıştır. Daha geniş bir çerçeveden baktığımızda, görünenin aksine, engeli olan bireylerin maruz bırakıldığı eşitsizliklere değil, engelli olma durumlarına odaklanılmaya devam edilmiştir. Diğer bir deyişle engeli olan bireylerin çevreyle olan etkileşimine, erişilebilirlik sorunlarına, iletişim ağına ve faydalanamadıkları hizmetlere odaklanmak yerine yalnızca bir sosyal yardım düzenine odaklanılması içinden çıkılması giderek zorlaşan bir kısır döngüyü de beraberinde getirmiştir.
Hizmet sunulurken kimlerin dışarıda kaldığı düşünülmediği için kamusal alan engelli bireyler için erişilmez bir hale geldikçe engelli bireyler ya evlerine, ya da rehabilitasyon merkezleri ile evleri arasındaki güzergaha hapsedilirken, temsil ve katılım alanından da soyutlanır oldular. Evden çıkamadıklarında eğitim gibi çok temel bir hizmetten ve bir vatandaşlık hakkından faydalanamadılar. Eğitim olmayınca istihdam konusunda kolay elenebilir duruma geldiler. Üretime katılamadıklarında yaşadıkları ekonomik zorluklar sosyo-kültürel hayata adapte olmalarını giderek zorlaştırdı ve hiçbir aşamasında kendi suçları olmayan bu süreç engelli bireyleri sosyal yardımlara muhtaç duruma getirdi. Yaratılan bu muhtaçlık, engelli bireylerin evden çıkamamasının hem sebebi hem sonucu olurken bu muhtaçlığın giderilmesi bir lütuf olarak nitelendirilmeye devam edildi. Böylelikle engelli bireyler kendilerini bir kısır döngünün içerisinde buldular. Sosyal katılım olamayınca sorunların çözümü olabilecek siyasi katılımın da mümkün olamayışı bu döngüyü besledi.
Amerikalı psikolog Abraham Maslow’un bireyin kendini geçekleştirmesinin en tepede konumlandığı kademeli bir piramitle görselleştirdiği ihtiyaçlar hiyerarşisini düşündüğümüzde, bireylerin en temel ihtiyaçlarını gerçekleştirmeden bir sonraki aşamaya ve beş aşamanın sonunda da kendini gerçekleştirme noktasına ulaşması mümkün değildir[6]. Bu piramidin ilk seviyesi olan fizyolojik ihtiyaçların adından güvenlik ihtiyacı gelir. Güvenlik ihtiyacı beden, iş, sağlık, mülkiyet güvenliği gibi kavramları içerir. Dolayısıyla yukarıda bahsettiğimiz kısır döngü içerisinde engelli bireyler ikinci aşamayı tamamlayıp sonraki aşamalara geçemedikleri sürece kendilerini gerçekleştiremedikleri için ancak bu sayede mümkün olabilecek hak arayışı ve siyasi katılım süreçlerinde de soyutlanmış olurlar. Yaratılan muhtaçlık da bu kendini gerçekleştirememe durumundan beslenir ve engelli bireylerin temel haklardan faydalanamadıkları için maruz kaldıkları bu muhtaçlıkrıza olarak tercüme edilir.
Kimsenin karanlıkta bırakılmadığı, kimsenin kadraj dışında kalmadığı bir siyaset yapma biçimi
Tüm bunlar engelli bireylerin yok sayılmasıyla başlar. Başta bahsettiğimiz gibi siyasetin dönüşmesi gerekliliği de bu noktada ortaya çıkar. Kimsenin karanlıkta bırakılmadığı, kimsenin kadraj dışında kalmadığı bir siyaset yapma biçimi bu yüzden gereklidir. Eşitlik, adalet gibi kavramların hatırlanması, eşit yurttaşlığın tekrar mikrofonlardan duyulmaya başlanması bu yüzden gereklidir. Engelli bireylerin kendilerinden alınan temel haklarını geri almaları için temsil ve katılım süreçlerinde bizzat bulunmaları, 10 milyonun sesinin bizzat duyulması bu yüzden önemlidir. Engelli bireylerin siyasi katılımını mucize olarak nitelendirmeye devam ettiğimiz sürece bir şeyler ters gidiyor demektir. Çünkü mucizeler umutsuz durumların olağandışı kesitleridir; oysa ki engeli olan bireylerin temsil ve katılımının yanı sıra yönetici kadrolarda da sayılarınınartması olağan, sıradan ve normal hale gelmelidir.
Bu tartışmayı somut ve güncel bir örnekle noktalamak istiyorum. Ulusal kriz dönemleri var olan hizmetlerin bile sekteye uğradığı dönemler oldukları için kendilerine hizmet sunulmayan kesimler bu dönemlerden daha da olumsuz etkilenirler. Dolayısıyla bu süreçler var olan eşitsizlikleri yoğunlaştırırken bir yandan da şartların değişmesinin ve kaynakların beklenmedik alanlara kanalize edilmesi gerekliğinin akabinde yeni eşitsizlikler ortaya çıkarır. Halen içinden geçmekte olduğumuz Covid-19 süreci de böyle bir süreçtir. Dolayısıyla bu sürecin tanımlanmasından önlemlerine, yasaklarından tedavilerine kadar tüm aşamalarında toplumsal hayatın diğer boyutlarında görmezden gelinen engelli bireyler yine görmezden gelinmişlerdir. Aslında bunun en temel sebeplerinden bir tanesi bir yandan engelli bireylerin yaşadıkları sorunlar sadece onlara özgüymüş gibi görünürken bununla bağlantılı olarak engelli bireyler için yapılması gereken şeylerin fazladan bir yük ve bir lütuf olarak görülmesidir. Oysa ki yapılması gereken, meseleyi eşit vatandaşlık çerçevesinden değerlendirerek engeli olan bireylerin de temel vatandaşlık haklarını kullanabilmelerini sağlamaktır. Engeli olan bireyler için ne yazık ki toplumsal hayatın ve sosyopolitik atmosferin hiçbir katmanında gözlemleyemediğimiz bu eşit yurttaşlık perspektifini Covid-19 bazlı uygulamalarda da gözlemleyemedik. Ancak İstanbul Avcılar’da bir belediye başkanı herkesin takması zorunlu olan maskelerin işitme engelli bireylerin iletişim kurmalarını engelleyeceğini hesaba katarak dudak kısmı şeffaf maskeler üretilmesini sağlayarak engelli bireylere yönelik eşitsizliklerin bu kez de kapsayıcı olmayan çoğunlukçu sağlık önlemleri ile yeniden üretilmesinin önüne geçmiş oldu.
Ülkemizde yüzlerce ilçe belediyesinden yalnızca bir iki tanesinde görebildiğimiz bu hassasiyetin aslında ne kadar önemli bir şey olduğunu fark ettiğimizde buraya kadar anlattığımız tüm meseleler ete kemiğe bürünüyor. Görmezden gelinmelerine o kadar alışmış ve alıştırılmışız ki, bir hizmetin çoğunluğu tatmin etmesinin yeterliliğine o kadar odaklanmışız ki, böyle bir olayı gözlemlemek şimdiye kadar fark etmediğimiz, normalleştirdiğimiz, alıştığımız ve iktidarı yeniden üreterek görmezden geldiğimiz gerçeklerin yüzümüze tokat gibi çarpmasını sağlamalı. Peki Avcılar’da bu farkındalık nasıl mümkün oldu? Avcılar’ın farkı neydi? Avcılar’ın farkı, Avcılar Belediye Başkanı Sayın Turan Hançerli’nin Türkiye’nin ilk ve tek engelli belediye başkanı olmasıydı.
İşte buraya kadar tartıştığımız her şey bu noktada anlam kazanıyor. Kapsayıcı bir siyaset, muhtaçlık yaratmak yerine eksiği bölüştürmek, eşit yurttaşlık. Kendisiyle gerçekleştirdiğimiz bir görüşmede Sayın Turan Hançerli’nin de çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi: “Kaynak sınırlıysa birilerine kaynak ayırmamak değil tercihimiz herkese sınırlı ayırmak olmalıdır. Yani o eksiği, eksik olan kısmı herkese bölüştürmek.” İşte ancak bu şekilde kapsayıcı ve azınlıkları çemberin dışına itmeyen bir siyasetin mümkünlüğünden söz edebiliriz: Azınlıkları gölgelere itmek değil, kalabalıkların içine çekmek; ayrıştırıp farlılıkları içselleştirmelerini beklemek değil, bütünleştirerek şimdiye kadar dışında bırakıldıkları tüm toplumsal alana ve süreçlere dahil etmek…Yurttaşların eşit bir sosyal hayatı paylaşmasının sorumluluğunu alarakbunun önündeki bariyerleri kaldırmak…Böyle bir dönüşüm sadece engeli olan bireyler için değil, şu ya da bu şekilde bir veya birden çok alanda kendini azınlık tarafında bulan her birey için daha eşit bir hayatın habercisi olacaktır.
Şunu unutmamak gerekir; engelli bireylerin sorunları sadece engelli bireylerin sorunudeğildir. Özellikle erişilebilirlik alanında engeli olan bireyler için yapılacak her düzenleme herkes için kamusal alanları daha rahat ve daha ulaşılabilir bir hale getirecek ve bu erişilebilirlik ulusal katma değer olarak geri dönecektir. Ya da azınlıklar üzerinden yapılan siyaset ve göstermelik hak atamaları eşitsizliğe maruz kalan kesimlerin özneliğini almakla kalmayıp onları birer nesne olarak siyasete dahil etmeye ve üzerlerinden siyaset yaparak eşitsizlikleri perçinlemeye devam edecektir. İşte tüm bu sebeplerden ötürü engeli olan bireylerin sorunları yalnızca onların sorunları değildir; engellilik meselesi bir eşit yurttaşlık meselesidir.
Cemre Baltalı; Sosyolog, İletişimci; Sorbonne Üniversitesi Siyaset Bilimi Lisans Üstü ’20
[1]Foucault, M. (2003). Disiplinci Toplum Krizde. İktidarın Gözü. Çev. Işık Ergüden,İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.246
[2]Foucault, M. (2000). “İktidar Üzerine İki Diyalog”, Entellektüelin Siyasi İşlevi. I.Ergüden ve Ferda Keskin, O. Akınhay (çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. s. 191
[3] MILL, John Stuart; “Considerations on Representative Government”, Collected Works of John Stuart Mill, Volume XIX, Ed. John M. Robson, Toronto and Buffalo, University of Toronto Press, 1977, s.402
[4]World HealthOrganisation (2011). World Report On Disability, s.29
[5]TÜİK (o zamanki adıyla Devlet İstatistik Enstitüsü)(2002). Türkiye Engelliler Araştırması
[6]Maslow, A. H. (1943). A Theory of Human Motivation. PsychologicalReview, 50, s.378