TOPLUMCU DÜŞÜNCE ENSTİTÜSÜ
Dış Politika Değerlendirme Notu
BAŞLANGIÇ
Türk dış politikası ve Türkiye’nin dünya siyasetindeki konumunda 24 Nisan 2021 tarihi itibarı ile kritik bir kırılma noktası yaşanmaktadır.ABD Başkanı Joseph Biden’ın, I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu bölgelerinde yaşanılan iç güvenlik operasyonları ve göç olaylarının simgesel yıldönümü sayılan 24 Nisan günü yaptığı açıklama ve açıklamasında bu olayları “genocide/soykırım” olarak nitelendirmesinin Türkiye’nin bölgedeki güvenlik mimarisinde çok boyutlu değişimlere neden olacaktır. Bu değişiklikler Türkiye’nin NATO ile olan ilişkileri yanında, AB ile olan ilişkileri, başta Ukrayna olmak üzere Karadeniz’e kıyı ülkeler ile ilişkileri, ayrıca bölgede Rusya, İran, Irak, Suriye, Ürdün, İsrail, Mısır, Yunanistan yanında, Doğu ve Orta Akdeniz’de İtalya, Fransa ve Libya ile ilişkilerini temelinden etkileyecek boyutlarda öngörülmektedir.
Bu ilişkiler ağı içinde Doğu Akdeniz’deki hükümranlık hakları ve ekonomik haklar ile Kıbrıs konuları kendilerine özgü dinamikleri ile ayrı bir yer almaktadırlar. Bu arada bir yanda Türkiye’nin Abu Dhabi ve Riyad ile “Arap Mahallesinin” hakim gücüolmak konusunda tırmanan rekabet, diğer yanda da Katar ile gerçekleştirilen olağanüstü yakınlaşmanın getirdiği sıkıntılı sonuçların Türkiye’yi güneyden gelen “sıcak” etkilere maruz bırakmakta, Türkiye’nin son yıllarda başlattığı Afrika açılımında da sorunlara neden olmaktadır. Son olarak, Biden’ın açıklamasının merkez noktasını oluşturan ve Ermenistan-Azerbeycan ekseni üzerinden yürütülen siyaseti iyice çözümsüzlüğe iten gelişmeleri de bölgesel sorunlardan ayrı düşünmemek gerekmektedir.
GİRİŞ
“24 Nisan Mektubu,” Türkiye’nin bu uluslararası panorama karşısındafarklı imkan ve kapasiteleri devreye sokabilecekken, bir dönem “değerli” olarak nitelendirilen “yalnızlık” tercihi noktasından “derin yalnızlık” konumuna geldiğinin bir göstergesidir.ABD Başkanı Joseph Biden’ın da kampanya döneminden bu yana tekrarladığı şekli ile Türkiye son yıllardaki dış politika tercihleriyle uluslararası arenada ortaksız ve dostsuz kalmış, “24 Nisan Mektubu” da işte tam bu noktada kamuoyuna sunulmuştur.
Cumhuriyet Döneminde Türk Dış Politikasını temelinden etkilemiş, ilişkilerin yönünü, üslubunu ve içeriğini belirlemiş olan en önemli gelişme,II. Dünya Savaşı sonunda Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den Doğu sınırlarının yeniden düzenlenmesi ve Boğazların ortak yönetimine yönelik teklifleri ve bu tekliflerin zamanın yönetimlerince en önemli “dış tehdit” unsuru olarak belirlenmiş olmasıdır. Bu teklifler ilk olarak 1945 yılında S.S.C.B. tarafının genel güvenlik ve I. Dünya Savaşı sınırlarına dönülmesi arayışları çerçevesinde Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında 1925 yılından beri uygulanmakta olan Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşmasının yenilenmesi görüşmeleri sırasında masaya getirilmiştir. Konu daha sonra Türkiye’nin bu anlaşmanın bir ittifak anlaşması çerçevesinde düzenlenmesine ilişkin görüşü ile ilişkili olarak daha üst düzeyde açık ve net belirtilerekittifak koşulları şeklindedile getirilmiştir.
Bu gelişmeler Türk Dış Politikasında önemli bir iz bırakmış, İkinci Dünya Savaşı sırasında “etkin tarafsızlık” olarak uygulanan politikanın savaş sonrasında Türkiye’yi uluslararası alanda ciddi bir yalnızlığa doğru götürdüğü bir dönemde, Türkiye, Sovyetler Birliği ile yürütülen görüşmelerden sonra, seçimini Batı’dan yana olarak yapmış; uzun yıllar hem iç politika hem de dış politikadaki genel siyasi duruşunu belirleyen yeni bir zemine oturtmuştur.
Bu noktada konunun bugüne yönelik boyutları ile de ilişkili olan başka bir gelişme daha yaşanmıştır. 1945 ilkbaharında yapılan bu görüşmelere değin Osmanlı İmparatorluğu’na atıfla anılan 1915 Ermeni Olayları, Türkiye Cumhuriyeti’nin gündemine ilk defa resmi olarak yine bu görüşmeler sırasında Sovyetler Birliği tarafından getirilmiş; konu, Doğu’da talep edilen yeni sınır düzenlemelerinin dayanağı olarak Türkiye Cumhuriyeti nezdinde siyasi görüşme başlığı olarak ortaya atılmıştır.Bu hadise, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika alanında savaş sonrası dönemde başarıyla yürüttüğü “denge” siyaseti çerçevesinde, uzunca sayılabilecek bir süre ne ikili ilişkilerde, ne de İttifak-içi ilişkilerde bir çatışma veya çekişme konusu olmamıştır. Ancak özellikle 1974itibarı ile konunun uluslararası ortamda terör boyutu ile gündeme gelmesiyle, Türkiye Cumhuriyeti dış siyaset alanında önemli bir dönemeç noktasına gelmiştir.1974 yılı aynı zamanda Türkiye’nin garantörlük haklarını kullanarak Kıbrıs’ta ilhak amaçlı planlanan bir “oldu-bitti”yi önlemek üzere gerçekleştirdiği Barış Harekatı ile de çakışmaktadır.
Bugün ise uluslararası arenada karşı karşıya bulunulan durumu özet olarak şöyle tarif etmek mümkündür: bir yanda çok yoğun tarihi veri ve gözlemlere dayalı olarak gerçekleştirilmiş ve gerçekleştirilebilecek olan çalışmalar; diğer tarafta ise bu bilgi tabanından tamamen kopartılarak yeri geldiğinde bu bilgilerin kaynakları da göz ardı edilerek tümüyle günlük siyasete yönelik sloganlar üzerinden yürütülen girişimler.
Buraya kadar yapılan tespitlerde 1915 Ermeni Olayları konusunun Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkilendirilerek dünya kamuoyuna sunulmasının görece yeni bir gelişme olduğu; bu noktada sergilenen davranışın ilgili dönemde ve anılan geniş coğrafyada yaşanılan insani felaketlerin içeriğinden bağımsız olarak, özünde “siyasi” bir nitelik taşıdığı görülmektedir. Ancak 24 Nisan 2021 Biden Mektubu ile NATO İttifakı’nın bir üyesi hakkında, İttifak’ın büyük paydaşı nezdinde bir ilk ortaya konulmuş ve Türkiye Cumhuriyeti’ni dolaylı yollardan da olsa muhatap olarak alan bir siyasi pozisyon ilk defa resmi olarak kayda geçirilmiştir.
Bu gelişme karşısında uzun yıllardır tartışma konusu olan “4 T” alanında yeni bir gelişme beklenmediği, böyle bir beklentinin hem tarihi gerçekler, hem uluslararası hukuk, hem de diğer mevcut idari kayıt ve belgeler açısından gerçekçi ve olası görülmediği net olarak ve kuvvetle değerlendirilmektedir. “4 T” Planı, “Tanıma,” “Tanıtma,” “Tazminat” ve “Toprak” olarak atıfta bulunulan uzantılardan oluşmakta ve ülkelerin 1915 Olaylarını bir “soykırım” olarak tanımlamalarını takiben Türkiye’nin bu 4 aşamada ciddi yaptırımlarla karşı karşıya kalacağını öngörmektedir. Bu “plan” bazı çevrelerde bir hedef, bazı çevrelerde de bir endişe vesilesi olarak değerlendirilse de, planın Türkiye Cumhuriyeti açısından hukuki ve fiili anlamda herhangi bir geçerliliği ve uygulanabilirliği olmadığı açıktır.
Esas itibarı ile “4 T” olarak anılan hareket planı açısından bakıldığında, 24 Nisan Mektubu bu planın “tek atımlık barut” niteliğinde olduğunu göstermektedir. 24 Nisan Mektubu’nun “tetikleyici” bir etkisi olduğu doğrudur; ancak bu etki “4 T” Planı açısından geçerli olan bir etki değildir. Bu durumun öncelikli tespiti ve anlaşılması büyük önem taşımaktadır.
24 NİSAN 2021 MEKTUBU: ARKA PLAN
Öte yandan ve bugün için çok daha önemli olmak üzere, Biden Yönetimi’nin 24 Nisan 2021 Mektubunu yayınlamasını mümkün kılan koşulların iyi anlaşılması gereklidir. Bu koşulların bir bütünsellik içinde değerlendirildiğinde, 7 alanda gözlenen gelişmelerin bu girişimi mümkün kıldığı görülmektedir.
1) ABD iç politikasında hakim olan gelişmeler; ABD’de 2021 yılında gerçekleşen yönetim değişikliği hassas çoğunluklar da olsa Demokratların hem Başkanlık, hem de Kongre’nin her iki kanadında hakim duruma gelmelerini sağlamıştır. Ancak Demokrat yönetim hem Kongre’de hem de Senato’daki hakimiyetini çok küçük farklarla (Senato’da sadece 1 oy farkla olmak üzere) koruyabilmektedir. Türkiye konusuna ciddi olarak mesafeli yaklaşan veya açıkça Türkiye karşıtı olan Kongre üyeleri ile Başkanlığın yürüteceği bir ikna sürecinin başarısız olacağı çok belli iken, Başkanlığın konuyu önceki örneklerinde olduğu gibi farklı terminolojilere dayalı olarak “geçiştirmesi” imkanı söz konusu değildi, olmadı da, bundan sonra da olmayacaktır.
Öte yandan Kongre’de bugüne kadar Türkiye’nin yanında yer alan ve Holocaust/Soykırım hassasiyetine en üst seviyede sahip olan Yahudi lobisinin de Türkiye’den desteğini çekmiş olması, Türkiye’nin Amerikan iç politika mekanizması içinde önemli bir yalnızlık yaşamasına neden olmuştur, olmaktadır.
Son olarak, Türkiye’nin Kongre nezdinde düzenli ve etkili bir lobi ve diplomasi çabası yürütmemiş olması, son dönemlerde bu sistematiği göz ardı eden veya ihmal eden bir yaklaşım içine girmiş olması,Türkiye ile ilgili konuların Kongre’deki ilgili komisyonların başkanlıkları, komisyon üyeleri ve genel kurul üyeleri nezdindeki görünürlüklerini ve sahiplenilmelerini zaafiyete uğratmıştır.
2) ABD dış politikasında hakim olan gelişmeler;ABD’nin son dönemlerdeki güvenlik politikalarının merkezini Pasifik Cephesinde yoğunlaştırması, elektronik savaş modellerine dayalı sistemlere geçmesi ve bölgesel çatışmalarda doğrudan yer almamaya yönelik politika değişikliği, Türkiye’nin bir müttefik olarak bölgesindeki önemini tartışılır hale getirmiştir. ABD’nin bölgede geliştirdiği çoklu ilişkiler ağı içinde oluşturduğu üsler ve ortak harekata yönelik alt yapılar, askeri olarak yeni imkan ve kaabiliyetleri kazandırmıştır. ABD’nin bölgedeki diğer devletler ve devlet-dışı bölgesel güçlerle ikili ilişkilere dayalı olarak geliştirdiği bu yeni güvenlik şeridinin kuvvetlenerek gelişmesi, Türkiye açısındanşimdiden bir güvenlik sorunu boyutuna erişmiş bulunmaktadır. Bu bağlamda Türkiye’nin yeni tehdit değerlendirmeleri sonucu bölgede farklı cephelere kuvvet aktarma durumunda kalacağı senaryolar düşünüldüğünde, ülkenin askeri ve ekonomik olarak nasıl bir yük altına girmiş olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
3) Yeni ABD Yönetiminin kişisel siyasi tercih ve hedefleri: Konunun ABD açısından belirleyici noktası burada yatmaktadır. Şöyle ki, yeni ABD yönetiminin kilit aktörleri öteden beri 24 Nisan Mektubunda ifadesini bulan açıklamalardan yana olmuş, bilerek veya bilmeyerek, inanarak veya inanmaksızın 1915 Olaylarını Soykırım tanımlaması içinde değerlendirmeyi sürdürmüşlerdir.
En üst düzeyde bakıldığında, Başkan Biden, daha önceki konumunda Başkan Yardımcısı olarak 8 yıl boyunca Soykırım teriminin kullanılması yönünde Başkan Obama’yı iknaya çalışmış, ancak bu konuda çok sınırlı ölçüde başarılı olabilmiştir. Biden Senatörlük kariyerinde ise 1987’de Soykırım Kanunu başlığı ile bir kanun çıkartılmasına öncülük etmiştir. Gerçi bugün bakıldığında, 1915 Ermeni Olayları konusunun Biden’ın zihinsel haritasında üst sıralarda bir öncelik olarak yer almadığı bilinmektedir. Ancak Biden siyasi yaşamında Yunanistan’a çok yakın olmuş bir siyasetçidir ve ABD siyasi sistemi içinde Yunan Lobisi ile uzun yıllara dayalı olarak yakınve doğrudan temas içindedir. Yunan Lobisinin Ermeni Lobisine yakınlığından ötürü de, kampanyaları sırasında “Soykırım” ile ilgili verdiği sözleri ve taahhütleri vardır. 24 Nisan Mektubu, bu taahhütleri ile ilgili olarak almak durumunda olduğu pozisyonun bir yansımadır.
Başkan Yardımcısı Kamala Harris’e bakıldığında, California’da uzun yıllar siyaset yapmış ve Başkan Yardımcılığına bu eyaletin Senatörü olarak gelen bir siyasetçi olarak 24 Nisan Mektubuna herkesten daha fazla katkı sunmuş olabileceğini düşünmek abartılı olmayacaktır. Kendisi Ermeni Diasporasının ABD’de en güçlü olduğu bölgelerden birini (California) temsil etmektedir. Bu çerçevede Harris bölgesindeki siyasi oluşumların hem oy desteğinden, hem sosyal dayanışma ve iletişim ağlarından hem de önemli ölçüde doğrudan finansal katkılarından yararlanan bir siyasetçidir. Dolayısıyla, Kamala Harris’in Ermeni Diasporasının beklenti ve taleplerine önceden olduğu gibi, Başkan Yardımcılığı kariye süresince de sahip çıkacağını beklemek gerçekçi olacaktır.
ABD yönetiminde dış politika konusunda etkili odaklardan biri de Dış İşleri Bakanı/Secretary of State görevini üstlenmiş olan Antony Blinken’dır.Başkan Biden’ın “onun sözleri benim sözlerimdir” ifadeleri ile güvenini duyurduğu Blinken, diplomasi kariyerinden gelen bir Bakandır. Orta öğrenim yıllarını Fransa’da geçiren Blinken, Polonya’da bir okulda Soykırımdan sağ çıkan 900 çocuktan biri olan üvey babasının anısı etkisinde “Soykırım…Bir daha asla/Holocaust…Never again” öğretisi ile büyümüştür. Blinken’ın Soykırım konusundaki derin hassasiyetlerinin 24 Nisan Mektubu’nda ve bundan sonraki ilgili süreçlerde etkili olmayı sürdüreceği görülmektedir.
4) Dünya siyasetinde gözlemlenen gelişmeler: yeni Amerikan yönetimi, ABD’nin dış politikasında iki önemli değişikliğe gideceğini açıklamış bulunmaktadır:
a) Amerika,”Amerika geri döndü/America is back!” sloganı ile Transatlantik İttifakı’nın yeniden ve daha güçlü olarak çalıştırılacağını; bu yapının amacının Rusya ve Çin’in son yıllarda dünya sahnesinde kaydettikleri askeri, teknolojik, ekonomik ve diplomatik ilerlemeyi geri çevirmek olacağını ifade etmiştir. Bu konuda ABD ve Avrupalı müttefikleri arasında görünürde bir görüş ayrılığı yoktur. Ancak yüzeyin hemen altında, ayrı ayrı ve farklı değerlendirmelere dayalı olarak Güney Avrupa, Almanya, Fransa ve Orta Avrupa devletlerinin gerek Rusya, gerekse de Çin ile geliştirdikleri ilişkiler nedeniyle, Transatlantik İttifakı’nın eski hiyerarşik düzeni içinde işletilmesi konusunda belli çekinceler ve endişeler taşıdıkları bir sır değildir.
Bu arada Irak ve Suriye’deki gelişmeler, Afganistan’da planlanan askeri geri çekilme, Mısır, Suudi Arabistan konuları ile Uzak Doğu’da başlatılan ekonomik işbirliği yapılanması gibi konular gündeme oturmuş bulunmaktadır. İran Dosyası ayrı bir konu başlığı olarak ele alınmayı beklemektedir. Bütün bu başlıklar içinde Türkiye “belirleyici etken” olmaktan uzak bir konuma düşmüştür. Dolayısıyla da, ABD yeni uluslararası duruşunu belirlerken, Türkiye faktörü listenin gerisinde yer alan kalemlerden biri olarak kalmaktadır.
b) Yeni Amerikan Yönetimi, dünya siyasetindeki rolünü “Otokratik ve Baskıcı Rejimlerle Mücadele” gündemi içinde gördüğünü duyurmuştur. Burada hareketle başta Rusya ve Çin olmak üzere, Kuzey Kore, İran gibi ülkeler öncelikli hedefe konulmakta, liste “ve diğerleri…” olarak uzamaktadır. Görünen odur ki, ABD, Türkiye’yi de adım adım bu tanım altındaki ülkeler kategorisinde değerlendirecek ve ikili ilişkilerdeki diyalog imkanları daha da kısıtlı hale gelecektir. 6 Mayıs 2021 tarihinde Senato’ya “Türkiye’deki Temel İnsan Haklarının Korunmasına Yönelik Düzenleme/Legislation to Defend Fundamental Human Rights in Turkey” başlığı ile verilen kanun teklifikonunun geldiği noktada geleceğe yönelik önemli ip uçları taşımaktadır.
c)Öte yandan dünya siyasetini etkileyen önemli bir alan olan Kıt’a Avrupası ve Avrupa Birliğindeki değişimlerin de Siyasetin Geleceği denkleminde bazı belirleyici etkiler yaratacağı beklenmektedir. Alman Başbakanı Merkel’in uzun yıllar sonra siyaset sahnesinden çekiliyor oluşu, Avrupa’da liderlik rolünün ilk başta Fransa Cumhurbaşkanı Macron’a kaymasına neden olacaktır. Fransa’nın daha Avrupa-merkezli yaklaşımlarının şekillendirdiği politikaları Ukrayna Krizi üzerinden Rusya, Enerji Alanları üzerinden Yunanistan-Türkiye, Kafkasya üzerinden Rusya-Türkiye, Suriye üzerinden Amerika ve Rusya ve Libya üzerinden Türkiye-Rusya gibi eksenlerde Avrupa Birliğini Rusya ve Türkiye ile sık sık karşı karşıya getirecektir.
Bu karşıtlıklarda Türkiye hem Avrupa Birliği Aday Üyeliği hem de NATO üyeliği statüleri itibarı ile Değişmeyen Coğrafyasında Değişen Dünya’nın dinamikleri ile bir kere daha kendi başına kararlar alma noktasına gelecektir.Burada özellikle not edilmesi gereken nokta, Fransa’nın Avrupa’da siyasal liderlik üstlenme iştahı ve çabalarının en azından yakın gelecekte ABD ile koordineli olarak yürütülmesinin beklendiği; bu durumda da Türkiye’yi ilgilendiren konularda Avrupa Birliği pozisyonlarının ABD’nin bölgeye ilişkin hedef ve beklentileri ile uyumlu olarak şekillendirileceğidir.
5) Türk Dış Politikasında gözlemlenen dönüşümler:Türk dış politikasında son dönemlerde bir yanda yapısal diğer yanda ise içerik ve üslup olarak önemli dönüşümler gözlemlenmektedir. Yapısal olarak kaydedilen en belirgin değişimlerin başında, Türkiye’nin Orta ve Güney Amerika, Afrika ve Uzak Doğudaki büyükelçilik ağını önemli ölçüde genişletmiş olmasıdır. Bu gelişmenin olumlu bir kazanım olarak kaydedilmesi gerekir. Ancak bu yeni iletişim ve bilgi ağında görev alacak olan kariyer personelinin giderek Bakanlık dışından ve yeterli diplomatik formasyona sahip olmayan kişilerden oluşmaya başlaması ilişkide olunan ülkelerdeki imkan ve fırsatların yeterince değerlendirilememesine neden olmakta; yaratılan yeni kapasitenin beklenenin altında ve zaman zaman açıkça verimsiz olarak değerlendirilmesi sonucu yaratmaktadır.
Dışişleri yapılanmasındaki bir başka olgu da, önemli dış politika kararlarında Bakanlığın devre dışı bırakılması ve karar merkezinin Cumhurbaşkanlığı sistemi içinde farklı ekonomik, siyasi veya güvenlik birimlerinin daha etkin olduğu ortamlara kayması olmuştur. Bu gelişme geleneksel dış politika yapısında kırılma ve kopmalara neden olmuş, Türk Dış Politikasının süreklilik ve kurumsal hafızaya dayalı yaklaşımları ya fiili olarak terk edilmiş, ya da ikinci planda kalmıştır.
Yapısal dönüşümlerin en belirgin olarak gözlemlendiği alan, Dış Politika kararlarının daha önce dünyada da mesleki bir geleneğin temsilcisi olarak saygın ve örnek alınan bir konumuna yükselmiş olan kurumsal süreçler yerine, Cumhurbaşkanı’nın şahsında alınmaya başlamasıdır. Türk Dış Politikası’na damgasını vuran kişisel üslubun uluslararası arenada önemli ölçüde karşılık bulduğu bir vakıadır. Ancak bu üslup, gelişmiş demokrasilerde ve uzun yıllara giden diplomasi geleneğinin halen geçerli olduğu ülkeler nezdinde yeterince etkili olmamış, bu ülkelerin taraf oldukları sorunların çözümünde kurumsal yaklaşımların önem ve etkisi her zaman hissedilir olmuştur. ABD özelinde bakıldığında, Trump yönetimi nezdinde karşılığını bulan kişisel üslubun, ABD’de Biden yönetimi ile yeniden devreye giren dış politikada kurumsallık tercihi karşısında Türkiye’nin kişi-merkezli ve kişiye-dayalı yaklaşımının etki düzeyinin düşük olması beklenmelidir.
Türk Dış Politikası bu dönemde genel politika yaklaşımları olarak da derin bir dönüşüm geçirmiştir. Kuruluş Dönemi ve bunu takip eden yıllarda özenle ve kararlılıkla korunan “seküler” Denge Politikası; “reelpolitik”e dayalı yaklaşımlar, yerini kısa vadeli ekonomik çıkarlar ve inanç temelli dış politika tercihlerine bırakmıştır. “Değer Temelli” olarak etiketlenen bu yeni politika anlayışı sonucu inanç/mezhep farklılıkları esas alan, kültürel ve sosyal farklılıklar arasında tercihleri ve benzemezlikleri öne çıkartan, bir yanda tarihi motiflerle bezenmiş, diğer yanda “kurulu düzeni” sorguladığını iddia eden bir popülizm içinde, zaman zaman gelişigüzel çıkışlarla şekillenen yeni bir “Dış Siyaset Tutumu” ortaya çıkmıştır.
Yeni Dış Siyasetin iki temel sonucu bugünden ortadadır: Politikada Tutarlılık Kaybı ve Politikada Süreklilik Kaybı. Bu iki ögenin kaybıyla Türk Dış Politikası öngörülebilir ve güvenilir olmaktan uzaklaşmış bulunmaktadır.
6) Türk Dış Politikasında yaşanılan açmazlar: Türk Dış Politikasının bugün karşı karşıya bulunduğu en temel açmaz diyalog yoksunluğudur. Ortada çözüm bekleyen sorunların mutlaka diplomasi yolu ile çözülmesi gerektiği gerçeği dışında bir seçenek yoktur. Ancak, bu çözüm yolları konusunda karşılıklı müzakere edilecek olan muhatapları ile açık ve etkin diyalog kanalları da açık değildir. Bugün Türkiye, karşısında gündeminde olan kritik konuları konuşacak yetkili bir kimse bulamamaktadır. Türkiye bugün dış politikasında çözmesi gereken en yakıcı sorunları çoğunlukla kendi tercihleri sonucunda “kucağında bulmuş,” ancak bu sorunların çözümlerine yönelik uluslararası anlayış ve diyalog arayışlarını geliştirmekte bugüne kadar benzer bir maharet gösterememiştir.
Türkiye, gerek uluslararası hukuk, gerek çoktaraflı veya ikili anlaşmalardan doğan yükümlülükleri, gerekse de karşılıklı sözleşme ve andlara dayalı edimler karşısında sergilediği çelişkili ve zaman zaman umarsız tavırların sonuçlarını yakın tarihinin en derin hukuk açmazları ve güven kaybı olarak yaşamaktadır. Bu karmaşık ilişkiler ağında takılı kalan bazı başlıkları şöyle not etmek mümkündür: Rusya ile yapılan anlaşmalar çerçevesinde S-400 Hava Savunma Sistemlerinin tedariği, Suriyeli sığınmacılarla ilgili genel barındırma ihtiyaçları ve bu sığınmacıların başta Avrupa olmak üzere 3. ülkelere geçiş protokolleri, İran ile ilişkiler, Ermenistan ve Azerbeycan ile ilişkiler, Ukrayna Sorunu, Yunanistan ile deniz sahalarında ekonomik ve siyasal hükümranlık sorunları, Suriye İç Savaşı ve Kuzey Irak’ta Türkiye açısından istikarar ve güvenlik sağlanması, Akdeniz Çanağında yer alan Münhasır Ekonomik Bölgelere ilişkin haklar, AB üyelik başvurusu süreçlerindeki tıkanıklıklar, ABD ile İran ve finans piyasaları bağlantılı hukuki süreçler, vb.
Bu sorunların farklı platformlarda zaman zaman tek tek ele alınarak irdelendikeri bilinmektedir. Ancak bu çalışmalar çoğu zaman sorun alanlarındaki gerçek muhatapları ile değil, “Türk’ün Türk’e Seslenişi” şeklinde cereyan etmekte olup, sorunların çözümü yönünde önemli bir mesafe alınamamaktadır.
7) Türk Dış Politikasına yön veren aktörlerin kişisel politika tercihleri ve hedefleri: Türk Dış Politikasının oluşturulması ve yürütmesi süreçlerinin geçirdiği dönüşümler göz önünde tutulduğunda, kişi-merkezli yaklaşımlar nedeniyle politikalara yön veren aktörlerin kişisel tercih ve hedeflerinin belirleyici etken olduğu bir döneme girilmiştir. Buradan hareketle, dış politika kararlarının, karar alıcı olarak Cumhurbaşkanı’nın iç politika yaklaşımları ile iç-içe geçtiği, birbirlerini besleyen ve tamamlayan karar ve uygulamalara dönüştükleri görülmektedir. Daha açık bir anlatımla, Türkiye’de dış politika alanında son yıllarda yaşanılan gelişmeler göstermiştir ki, dış politika ve diplomasi olarak nitelenen özel ve kendi dinamikleri içinde yürüyen uygulama alanı giderek çözülmüş, stratejik özelliğini kaybetmiş, ülkenin dış dünya ile ilişkileri Cumhurbaşkanı’nın iç politikada iktidar pozisyonunu destekleyen taktik hareketlerden ibaret hale gelmiştir. Dış dünya ile ilişkilerin iç politikada yaşanılan ihtiyaçlar ve tercihler doğrultusunda şekillendiği bir dünya yeni bir olgu olmadığı gibi, yukarıda değinildiği üzere, 24 Nisan Mektubu da tam da bu anlamda kişi-merkezli, taktik bir adımı temsil etmektedir. İki benzer davranış biçimi arasındaki temel farklılık, bu kararların alındığı siyasi ortamlar arasıdaki farkta aranmalıdır. Bu tür taktik kararların saydamlık içinde, açıklıkla sorgulanabilir, hesap sorulabilir, hesap verilebilir, hukukun denetimine açık, çoğulcu bir sistem dahilinde oluşturulmaları kişisel üslubun meşruiyet kaynağını oluşturacaktır. Dış politika alanında, uluslararası oyuncular için güven ve işbirliği ortamının temelinde, bir oyuncunun verdiği kararların içeriklerinin ne olduğundan ziyade, bu kararların nasıl alındığı ve kendi içlerinde meşru olup olmadıkları yatar.
24 NİSAN MEKTUBU: Ne Oldu?
24 Nisan 2021’e gelen günlerde yukarıdaki arka plan üzerinden yapılan değerlendirmeleri alt başlıklar olarak özetlemek gerekirse:
- Türkiye’nin çok önceden başlayarak konuya ilişkin kayıtsız tutumu, tepkisizliği seçeceğine ilişkin işaretler, herhangi bir karşı hazırlığa girişmeyerek konuyu geçiştirme yönünde tavır almaya hazırlandığı izlenimleri, ABD yönetimini, iç politika süreçlerindeki kampanya taahhütlerini yerine getirme konusunda cesaretlendirdi, “zamanın gelmiş olduğu” fikrini besledi.
- Başkan Biden, kendi iç politika gündeminde devasa harcama programları ve diğer sosyal projeler varken, Türkiye konusundaki sempati düzeyi dibe vurmuş bir Kongre ile konuya ilişkin bir çekişme içine girmemeyi tercih etti.
- Türkiye’nin Amerikan iç siyasetindeki siyasal müttefikleri olan Yahudi lobisi gibi oluşumlar nezdindeki zayıf konumu, Türkiye’nin Kongre’deki karar süreçlerinde yalnız kalmasına neden oldu.
- Türkiye ABD Kongresinin her iki kanadında da ihmal edilir bir konuma düştü;gerek komiteler gerekse de bireysel olarak etkili liderler ile diyalog imkanları kapandı; tüm siyasal desteğini kaybetti, ABD Kongresi nezdindeki pozisyonu çöktü.
- Türk Dış Politikası, uzun yıllardır geleneksel olarak sürdürdüğü “denge” stratejisinden uzaklaşıp, Türkiye’yi bölgesinde ve daha geniş bir diplomasi alanında değerli ve etkili kılan “eko-sistemini” dağıtıp, yok ettiğinden dolayı herhangi bir uluslararası destek ve işbirliği sağlama imkanlarından da yararlanamadı.
- Türkiye ayrıca iç politika ve ekonomi alanlarında da önemli kırılganlıklar yaşadığı bir döneme girmiş bulundu; burada da öncelikli gündemi özellikle dış dünya ile büyüyen cari açık ve döviz değerlerindeki hızlı ve derin oynaklıklar karşısında ekonominin günlük politikalarla yürütülmesi zorunluluğu oluşturuyordu.
- Türkiye bir yandan uygulama yoluna gittiği yeni dış politika yaklaşımları, diğer yandan bu yaklaşımların sonucu olarak içinde bulunduğu politika açmazları nedeni ile ihtiyacı olan politika çeşitliliği ve hareket esnekliği ile alması gereken tavırları alamadı.
- Biden Yönetimi bu veriler karşısında yaptığı getiri/maliyet hesabı sonucu, ABD’nin kaybedecek birşeyi olmadığı sonucuna vardı ve Johnson Mektubu, Trump Mektubu gibi, 24 Nisan Mektubu da ABD-Türkiye İlişkileri tarihindeki yerini aldı.
24 NİSAN MEKTUBU: Çıkış Var mı?
Türkiye’nin bu noktada karşı karşıya bulunduğu en derin sorun 24 Nisan Mektubu’nun içeriği ile sınırlı değildir.Yalnızca bu mektubun yazılmış olması bile, Türkiye’nin gerek ABD, gerek daha geniş anlamda uluslararası kamuoyu nezdindeki siyasi konumu itibarı ile Türkiye için Mektubun hukuk ve tarihi gerçeklerle bağdaşmayan içeriğinin çok ötesinde siyasal sonuçlar yaratma potansiyeli taşımaktadır. Bu Mektubun yazılmış olması, 1945’ten buyana dünya sahnesindeki yeri ile ilgili “etkin denge” politikası olarak nitelendirilebilecek bir tercih yapmış ve bu tercihini de başarı ile uygulamış olan Türkiye’yi Batı kampından (en azından) uzaklaştırma “seçeneksizliği” ile karşı karşıya bırakmıştır.
Bu gelinen nokta hem Türkiye için, hem de bölge devletleri açısından önemli bir kırılma noktasıdır.Bu kırılma noktasından en az hasarla bir çıkış, yeni bir “normal”i tesis etmek imkanı var mıdır? Bugün sorulması gereken soru budur. Bu soruya cevap aranırken de “yeni normalden” kastedilenin ne olduğu iyi tanımlanmalı, iyi anlaşılmalıdır. Aksi durumda Türkiye’nin içinde bulunduğu dış politika sorunları bir “krizler yumağına” dönüşecektir. Bu krizlerin ilki Kıbrıs konusu olarak kapıda beklemektedir. Kıbrıs konusunda iyi hazırlanmadan, diplomatik ve siyasi alt yapısı tam oluşturulmadan atılacak radikal bir adımın, Türkiye’yi Avrupa Birliği, ABD, İngiltere, Rusya, Yunanistan ve diğer bölge ülkeleri ile yıllar sürecek bir karşıtlığa taşıyacağı kesindir. Aynı şekilde bölgede Ukrayna, Suriye, Libya, İsrail gibi ülkeler üzerinden taraf olunacak siyasi çekişme ve çatışmalar, daha büyük ölçekli, derin ekonomik ve siyasi krizler olarak Türkiye’nin iç istikrarını olumsuz etkileyecek gelişmelere neden olacaklardır.
Türkiye’nin bugün geldiği kırılma noktasında ne gibi muhtemel seçenekler, sonuçlar, çıktılar söz konusu olabilecektir? İlk elde akla gelen seçenekler konunun askeri boyutu ve güvenlik mimarisine ilişkin senaryolardan oluşmaktadır. Bu konuyu da kısa başlıklar olarak özetlemek gerekirse;
- Türkiye’nin ABD nezdinde uğradığı itibar kaybı ve erozyona uğrayan stratejik önemi neticesinde elinde Kürecik radarı ve İncirlik üssünün ABD güçlerine kapatılması konuları dışında oynayabileceği bir dış politika kartı kalmamıştır. Ancak bu radikal hamleler de bugün çözümü zorlayıcı hareketler olmaktan uzaklaşmış bulunmaktadırlar. Zira ABD, Ege, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de çeşitli coğrafyalarda büyük kuvvetlerle ileri üslenmesini tamamlamış; Kürecik’in kapatılması halinde de bu görevi İsrail’deki radarlara devrederek, aynı işlevi yerine getirebilecek, sürdürecek bir noktaya gelmiştir.
- Dolayısıyla, 1945’ten buyana Türk-Amerikan ilişkilerinin omurgasını oluşturan “ortak savunma ve güvenlik” tezi geçerliliğini büyük ölçüde kaybetmiştir.
- Türkiye’nin Rusya ve Çin ile olan ilişkilerinin inişli-çıkışlı bir seyir izlemesi, bu ülkelerle olan işbirliği arayışlarının bölgesel hassasiyetlerden ötürü rayına oturtulmasını zorlaştırmaktadır; bu durum, iç siyasette de kaçınılmaz olarak bazı sıkıntılara neden olmakta, iktidara destek veren siyasi oluşumları zorda bırakmaktadır.
- Türkiye’nin uluslararası camiada tamamen dışlanarak (written off case) bölgede daha büyük birtehdit konumuna getirilmesi ise muhtemel bir sonuç olarak düşünülebilir. Şüphesiz ki bu durum Karadeniz’de, Kafkaslar’da, Dogu Akdeniz ve Ege’de farklı etkiler doğurabilir. Türkiye’nin bu bölgelerde Çin ve Rusya diplomatik hamleleriyle çevrelenmesiyle sonuçlanabilir.
- Türkiye’nin açıktan niyeti olmamakla birlikte NATO’dan kendi isteğiyle ayrılması gündeme gelebilir. Böyle bir durumda, atılan adımların içeriği ve koşullarına göre farklı sonuçları olabilecektir. Bu olası sonuçlardan biri Türkiye’nin Yunanistan için “açık ve yakın tehdit” haline gelmesidir. Diğer bir sonuç ise, Türkiye’nin NATO’dan ayrılması ile Güney Kıbrıs’ın hızla NATO’ya dahil olmasıdır. Bu gelişme, Türkiye’nin Kıbrıs’ta hem AB hem de NATO üyesi bir ülkenin toprağında işgalcidurumuna düşmesi demektir. Bahsekonu alternatif senaryoda Türkiye”yalnız devlet/lone state” konumuna gelecek, bu durumda Türkiye’nin çevresindeki diğer yalnız devletlerle yakınlaşması ihtimali İsrail, Ermenistan ve Yunanistan gibi bölge aktörlerini ciddi boyutta endişelendirecektir.
Yukarıda sıralanan senaryolar ve benzerlerinin gündeme geldiği noktada bir Çıkış mümkün müdür? Evet, mümkündür. Burada esas olan; Türkiye’nin uluslararası arenada önceki dönemlerde kurduğu ve koruduğu “denge” pozisyonuna geri dönmesidir. Bu bağlamda, yeni denge politikaları tek tek vak’alar üzerinden değil, birbirine bağlantılı konuları içeren “bütüncül” bir çerçevede tasarlanmalı ve geliştirilmelidir. Ülkenin coğrafyası, tarihi, jeo-politik konumu, demografik özellikleri, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik kaynakları ve kapasiteleri “denge” yaklaşımını destekleyecek yapıda ve derinliktedir. Gerçekten “dengeli” ve “düzgün” bir dış politika bugün dış dünya ile ilişkilerde hakim olan kuşku ve karşıtlık havasının normalleşmesini sağlayacak; dış politikada yeni dünya koşulları ile uyumlu, etkili ve sürdürülebilir yeni hareket alanları kazanılmasını mümkün kılacaktır.
Yukarıda belirtildiği gibi, dış politikada bugün yaşanılan darboğazların aşılmasında en önemli etken doğru taraflarla, doğru zeminlerde ihtiyaç duyulan diyalog ortamlarının yeniden kurulmasıdır.Konu bu şekilde belli bir hedef doğrultusunda sistemin yeniden düzenlemesi olarak tarif edildiğinde ilk soru bu çalışmaya nereden, hangi başlangıç noktasından başlanacağı sorusudur. Başlangıç noktasının doğru tespiti, bir yandan sürecin ekonomisi, çalışmanın etkinliği, bir yandan da doğru hedeflere varılması açılarından önem taşımaktadır.
Türkiye’nin bugün en keskin dış politika darboğazlarını yaşadığı uluslararası oyuncuların başında ABD, Fransa, Yunanistan, B.A.E., Suudi Arabistan, Suriye, Irak, Mısır gibi devletler ve Avrupa Birliği gibi kuruluşlar gelmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin en aktif ve acil diyalog kanallarını öncelikle bu oyuncularla ilgili olarak açması gerekir. Bu yönde TDE olarak yapılan örnek bir değerlendirme çalışmasında, yeni ABD yönetimiyle Türkiye’nin herhangi bir düzeyde diyalog kurması imkan ve ihtimalleri değerlendirilmiştir.
Bu çalışmada Amerikan yönetim sistemi içinde 12 federal birim tek tek ele alınmıştır. Bu birimlerde genelde üst düzeyde 3. kademeye kadar görev alan karar alıcıların kariyerlerinde daha önce verdikleri demeçler, yaptıkları açıklamalar, kampanya taahhütleri ve mevcut yönetim pozisyonlarında ilk 100 gün için Türkiye ve Türkiye’yi ilgilendiren konularda aldıkları tavırlar gibi metinler incelenmiş;bundan sonra bu kurum ve yöneticilerle Türkiye’nin diyalog kurması ihtimalleri tahmin edilmeye çalışılmıştır. Bu değerlendirmeye göre, Türkiye’nin ABD yönetimi nezdinde bugün için diyalog kurma ihtimali olan bir kurum veya yönetici olmadığı tespit edilmiştir. Buna karşın, Amerika merkezli düşünce kuruluşları, basın kuruluşları, sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları ve iş çevreleri gibi hükümet-dışı yapılarla daha yavaş da olsa yeni ve yeniden diyalog ortamlarının mümkün olabileceği değerlendirilmiştir.
Benzer bir değerlendirme genel çizgileri ile Fransa, Rusya, Yunanistan ve Avrupa Birliği kurumları açısından da yapılmıştır.Burada varılan sonuçlara göre de ikili ilişkilerde merkezde ve merkezden başlatılması muhtemel diyalog kanallarının ya sonuçsuz kalacağı, ya da çok verimli sonuçlar alınmayacağı izlenimleri öne çıkmıştır. Buna karşın, çok-taraflı yaklaşımlar üzerinden sorunların çevresinde diğer oyuncular nezdindeki girişimlerin yeni diyalog imkanlarını mümkün kılmada daha etkili olabileceği görülmüştür.
Buradan hareketle aşağıda 2X2 olarak düzenlenmiş bir karar matriksinin genel çizgileri ile konuya ışık tutacağı değerlendirilmektedir. Burada diyalog kanalları “İkili İlişkiler Temelinde Diyalog” ve “Çok-Taraflı İlişkiler Temelinde Diyalog” olarak iki ana başlıkta ele alınmıştır. İkili ilişkiler temelinde diyaloglar, sorunların yaşandığı devletlerle, yaşanılan sorunların yerinde ve bire bir çözümüne yönelik diyalog kanalları olarak tanımlanmıştır. Çok Taraflı İlişkiler temelinde diyaloglar ise, uluslarüstü kuruluşlar, uluslararası işbirliği yapılanmaları, 3. şahıs devletler gibi yaşanılan darboğazlara taraf olmayan yapılara yönelik diyalog kanalları olarak tanımlanmıştır. Öte yandan yaşanılan dış politika sorunlarının ele alınacağı çözüm ortamları da, “Doğrudan Diyalog/Merkezde ve Merkezden Çözümler” ve “Dolaylı Diyalog/Çevreden Çözümler” olarak iki ana başlık olarak ele alınmıştır.
Bu karar matriksi üzerinden gidilerek, dış politikada yeni ve yeniden denge politikalarına dönülmesi durumunda, ihtiyaç duyulan diyalog kanallarının Çok-Taraflı İlişkiler Temelinde, dolaylı olarak nitelenen zeminlerden başlayarak geliştirilmesi uygun görülmektedir. Tam tersi olarak, ikili ilişkiler üzerinden doğrudan diyalog zeminlerinin zorlanmasının, yeni denge politikalarına olumlu katkıda bulunmayacağı değerlendirilmektedir.
Türkiye’nin mevcut koşullar altında gerek güvenlik mimarisi ve askeri ihtiyaçları, gerekse de ekonomik ihtiyaçlarını kendi öz imkanları ile yeteri düzeyde karşılaması mümkün değildir. Bu nedenle, çok-taraflı ilişkiler temelinde yürütülecek dolaylı diyalog ortamları Türkiye için farklı hareket esneklikleri, kendisinden beklenen tavizler anlamında önemli maliyet etkinlikleri sağlayacaktır.
Dış Politika Denge Politikalarına Dönüş
Başlangıç Karar Matriksi
Türkiye’nin yeni denge politikalarında, muhataplarına sağlayacağı sosyal, kültürel ve ekonomik değerler mevcuttur. Mesele, bu çok-taraflı ilişkiler ortamında karşılıklı fayda yaratacak değerlerin açık ve samimi olarak belirlenmesi, paylaşıma açık hale getirilmesi ve Türkiye’nin bu değerleri dış dünya ile yeniden güvenilir ve istikrarlı dengelere dayalı ilişkilerinin geliştirilmesinde en etkin düzeyde değerlendirmesidir.
SONUÇ:
24 Nisan 2021 Biden Mektubu, Türk-Amerikan ilişkilerinde gerçek bir kırılma noktasıdır. Değişen dünya koşullarında, bu Mektup aynı zamanda Türk Dış Politikası için de bir uyarı notu ve bu niteliği ile Türk Dış Politikasında son yıllarda yaşanılan açmazların giderilmesi için bir fırsattır.
Bu mektubun Türkiye tarafından yalnızca içeriği ile sınırlı bir metin olarak değerlendirilmesi ciddi bir yanılgı olacaktır. Mektup Amerikan siyasal sistemi içindeki karmaşık bireysel ve kurumsal güç çevrelerinin bugün üzerinde oturdukları hassas dengelere işaret etmesi açısından önemli bir belgedir.
Mektup aynı zamanda ABD’nin genel dünya siyasetindeki yeni konumuna ve bu konumu itibarı ile Türkiye’ye bakış açısını göstermesi itibarıyla önemli bir siyasal adımdır. Bu niteliği ile Türkiye’nin dış politikada yeni ve yeniden denge politikaları arayışlarında hızlandırıcı bir etki yapması beklenir.
Dolayısıyla Mektup içeriği ile sınırlı izole bir adım olmayıp, bu gelişme karşısında alınacak tavırların da “bütüncül” yaklaşımlar çerçevesinde değerlendirilmesi uygun olacaktır.
Bu bağlamda Türkiye’nin dış politikasının yeniden kendi ilke ve hedefleri üzerinde duran, istikrarlı, öngörülebilir ve kararlı bir zemine oturtulması amaçlanmalıdır. Ülkenin geçmiş dönemlerde uluslararası ilişkilerde saygın ve etkin konumunun temelinde, Türk diplomasi geleneği için özenle oluşturulan ve korunan bir eko-sistem, etkili bir ilişkiler ağıve bu ağ üzerinden yürütülmüş olan Etkin Denge politikaları yatmaktadır. Türkiye 24 Nisan Mektubu gibi kırılma noktalarında sessiz kalmak yerine, hızla bu eko-sistem alanını yeniden oluşturup, hareket esnekliğini ve politika araçlarının çeşitliliğini onarmak ve yeniden canlandırmak durumundadır.
Yeniden Denge Politikalarının oluşturulmasının kilit noktası muhataplarla anlamlı ve açık diyalog kanallarının oluşturulmasıdır. Bu süreçte atılması gereken ilk adımlar, uluslararası muhataplarla karşılıklı fayda yaratacak sosyal, kültürel, ekonomik değerlerin öne çıkartıldığı işbirliği ve ortaklık modellerinin hazırlanarak, çok-taraflı diyalog ortamlarında, dolaylı ilişkiler üzerinden yeni ilişkiler ağlarının kurulmasıdır.
Türkiye bu konuda başarıyla ve hızla sonuç almak açısından her türlü jeo-politik, coğrafi, tarihi, kültürel, sosyal ve ekonomik kaynağa sahiptir. Bu kaynaklarla beslenen yeni denge politikalarının, ülke içinde özgürlükçü, çoğulcu, hukukun üstünlüğüne dayalı ve refahın adil paylaşımını sağlayan bir siyasal iradenin desteğini alması, Türkiye’nin dış dünyada tekrar sayılıetkin oyunculardan biri olmasını sağlayacaktır. 24 Nisan 2021 Biden Mektubu’nun yarattığı kırılmanın bu şekilde yeni firsatlara dönüştürülmesinin önünde hiçbir engel görülmemektedir.
Toplumcu Düşünce Enstitü
Dış Politika Değerlendirme Grubu